Kur’an’ın Tefsiri
Kur’an’ın Tefsiri
Kur’an-ı Kerim “nur”dur; onda gizlilik ve karanlık yoktur. Kur’an’ın “nur” oluşu, anlamının tamamen açık olduğu ve tefsire/yoruma ihtiyaç duymadığı anlamına da gelmez. Kur’an-ı Kerim, tefsire ihtiyaç duyan ve yorumlanması gereken bir kitabtır.
Tefsirin Anlamı
Tefsir, konuşma kuralına uygun olarak söylenen ve anlamı da açık olmayan kelime veya cümle üzerindeki perdeyi kaldırmak ve manasını aydınlatmaktır.
5. yüzyıla kadar Kur’an hakkında yapılan tefsirler, hadislere dayalı olmuştur ve bu döneme kadar içtihadî tefsir yapılmamıştır.
Tefsir Kaynakları
Kur’an tefsiri bağlamında en güzel kaynak, yine Kur’an’ın kendisidir; Kur’an’dan sonraki sırada olan masum imamların sünnetidir ve sünnetten sonra gelen ise akıldır. Bu kısa açıklamadan sonra tefsirin kısımları şöyle sınıflandırılabilir:
1- Kur’an’ın Kur’an ile tefsiri
2- Kur’an’ın sünnet ile tefsiri
3- Kur’an’ın akıl ile tefsiri
Akıl, vehimden uzak kaldığı ve kanıtsal olduğu taktirde Kur’an’ı tefsir etme hakkına sahiptir ve tefsiri de doğru kabul edilir. Ama eğer akıl, vehime bulaşarak doğru rotasından uzaklaşacak olsa, tefsir hakkı yoktur ve yapacağı tefsire de güvenilemez. Çünkü bu durumda, “re’y ile tefsir” etmiş olacaktır.
Re’y İle Tefsir
Kur’an’ın tefsire gereksinim duyduğu bir gerçektir; ama bu tefsir, “re’y ile tefsir” türünden olmamalıdır. Çünkü tefsirin bu türü, yasaklanmış ve kınanmıştır.
İmam Cafer-i Sadık (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Kur’an’ı kendi re’yi, kendi görüşü doğrultusunda tefsir eden kimse, doğru tefsir etse bile mükâfat alamayacaktır; hata ettiği taktirde ise (Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış olacak) gökyüzünden daha uzak bir noktadan düşmüş olacaktır.” [1]
Yüce Allah Resulü (s.a.a) ise şöyle buyurmuştur:
“Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir eden kimse, şüphesiz ki Allah’a yalan iftirası atmış olur.” [2]
Re’y İle Tefsirin Anlamı
Re’y ile tefsir, akıl yardımıyla yapılan içtihadî tefsir kapsamı dışında olan bir tefsir türüdür. Bir ayetin, diğer ayetler göz önünde bulundurulmaksızın ve sadece Arap ilimleri yardımıyla tefsir edilmesi “re’y ile tefsir” olarak tanımlanmıştır. Kur’an ayetleri, birbirlerinden ayrık kelimeler olmakla birlikte birbirleriyle ilintili bir cümledir. İşte bu nedenle, diğer ayetler nazarda tutulmaksızın bir ayeti tefsir etmek, “re’y ile tefsir” olarak betimlenmiş ve bu tür tefsirden de nehyedilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, böylesi tefsir türünü kınamış ve şöyle buyurmuştur:
“Öyle kişilerdi onlar ki Kurân’ı parça-parça ettiler; bir kısmına inandılar da bir kısmına inanmadılar.” [3]
Yine aynı konuya nazir bir diğer ayet şöyle buyurmaktadır:
“Bilmediğin şeyin üstünde durup ısrâr etme; çünkü kulak da, göz de, gönül de, hepsi de sorumludur bundan.” [4]
İmam Cafer-i Sadık (a.s) bu bağlamda şöyle buyurmuştur:
“Bilgisi olmaksızın Kur’an hakkında söz söyleyen kimse, ateşten olan yerini doldurmuş olur.” [5]
İmam Muhammed-i Bakır (a.s), Kutade b. Diame’yi re’y ile tefsirden sakındırarak şöyle buyurmuştur:
“Kutade b. Diame bir gün Ebu Cafer’in -İmam Muhammed-i Bakır’ın- (a.s) huzuruna vardığında İmam (a.s) buyurdu: Kutade! Sen Basra halkının fakihisin.
Kutade dedi: Böyle düşünüyolar.
İmam (a.s): Kur’an’ı tefsir ettiğini ilettiler bana.
Kutade: Evet.
İmam (a.s): Eğer bunu bilgi üzere yapıyorsan ne güzel... ama eğer kendi yanından tefsir ediyorsan vay haline! Böyle bir durumda hem kendini helak etmiş olursun ve hem de başkalarını. Eğer başkalarına dayanarak tefsir ediyorsan kendini helak etmiş olursun. Kutade! Kur’an’ı, ancak Kur’an’la muhatap kılınan tanıyabilir.”[6]
Kur’an’ın Tevili Ve Tevil İle Tefsir Arasındaki Fark
Tevil, ayetin mefhum ve manası dışında olan bir olgudur ve ayetle, temsil edilenle temsil arasındaki veya batın ile zahir arasındaki ilinti türünden bir ilintisi vardır. Tevil, sadece bazı ayetlerle sınırlı değildir; bilakis muhkem ve müteşabih ayetlerin tümü hakkında geçerlidir.
Burhan tefsirinde İbn-i Babeveyh’ten, o da kendi tarikiyle Cafer b. Muhammed Ammare’den, o da babasından ve babası da Cafer b. Muhammet’ten (a.s) şöyle rivayet etmiştir:
“Allah, Musa (a.s) ile konuştuğunda ve ne tür bir konuşma yaptığı hakkında ne diyebilirim; Musa’ya (a.s) Tevrat’ı indirdi ve levhalarda onun için her şeyden nasihat ve ayrıntı verdi. (Allah) Musa’nın (a.s) elinde bir mücize ve âsâsında bir başka mücize kıldı; tufan, çekirge, kubağa, kertenkele, kan, nehrin yarılması, Firavunun ve ordusunun boğulması olaylarında da Musa’nın (a.s) eliyle mücizeler yarattı.
Musa (a.s), beşerî tabiatı gereği kalbinde şöyle söylendi: ’Allah’ın benden daha bilgili bir kul yarattığını hiç düşünmem.’
Musa (a.s) bunu düşünür düşünmez, yüce Allah, Cebrâil’e vahyetti: ’Kulum (kendini beğenmişlik sonucu) helak olmadan, ona yetiş ve de ki: İki denizin buluştuğu yerdeki ibadet düşkünü kuluma gidip uysun ve ondan ilim öğrensin!’
Cebrâil, Musa’ya (a.s) inip Allah’ın vahyini ulaştırdı.
Musa (a.s) bunun, kalbinden geçen o söylenti sonucu olduğunu anladı ve çaresiz, müsahibi Yuşa b. Nûn ile birlikte iki denizin birleştiği yere doğru yola koyuldu. Orada, yüce Allah’a ibadet etmekte olan Hızır’la karşılaştılar.”
Kur’an-ı Kerim, işte bu sahneyi şöyle seslendirmiştir:
“Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsân etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik.”
Tefsir-i Kummî’de Muhammed b. Bilal’den ve o da Yunus’tan rivayet eder ki Yunus, İmam Rıza’ya (a.s) yazmış olduğu bir mektupta şöyle sorar: Musa (a.s) mı, yoksa yanına vardığı kişi mi daha bilgiliydi? Allah’ın hücceti olan Musa (a.s) gibi bir peygamberin zamanında bir başka hüccetin var olması câiz midir?
İmam Rıza (a.s) bu mektubu şöyle cevaplamıştı:
“Musa (a.s), o bilgeye doğru yola koyuldu ve onunla, denizdeki adaların birinde görüştü. Bilge oturmuş veya bir şeye yaslanmıştı. Musa (a.s) selam verdi, ama o bilge bunun ne anlama geldiğini anlamadı. Çünkü yeryüzünün her yerinde selam yoktu.
Bilge adam sordu: Sen kimsin?
_İmran oğlu Musa’yım.
_Sen, Allah’ın kendisiyle konuştuğu İmran oğlu Musa mısın?
_Evet.
_İsteğin nedir?
_Sana öğretilen gerçek bilgiden bana da öğretmen için gelmişim.
_Ben bir işle görevlendirilmişim ki sen buna dayanamazsın; nasıl ki, senin görevlendirildiğin şeye ben dayanamam.”
Hz. Musa (a.s) ve Hz. Hızır (a.s) öyküsüyle ilgili ayetlere dikkat edilecek olsa, tevilin manası aydınlanmış olacaktır. Bu öykünün bir diliminde Hz. Hızır (a.s), Hz. Musa’nın (a.s) eleştirileriyle karşılaşınca şöyle buyurdu:
“O zât, işte dedi, seninle benim aramda artık ayrılık bu. Sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim sana.”
[7]
Birlikte yolculuktan ibaret olan öykünün sonunda Hz. Hızır (a.s), Hz. Musa’ya (a.s) şöyle buyurdu:
“Duvarsa, şehirdeki iki yetim çocuğundu ve altında, onlara âit bir defîne vardı, babaları da temiz bir adamdı. Rabbin, onların ergenlik çağına gelmelerini ve defînelerini çıkarıp elde etmelerini diledi. Bunları kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü.” [8]
Yolculukla başlayan bu öykü, Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılmaktadır:
“An o zamânı ki Mûsâ, genç arkadaşına, ben demişti, iki denizin kavuştuğu yeredek durmadan, dinlenmeden gideceğim, yahut da yıllarca bu uğurda uğraşacağım. İki denizin kavuştuğu yere vardıkları zaman balıklarını unutmuşlardı; balık, denize atlamış, dalıp bir yol tutmuş gitmişti. Oradan geçtikten sonra Mûsâ, genç arkadaşına kuşluk yemeğimizi getir dedi, gerçekten de şu yolculuk, yordu bizi. Arkadaşı, gördün mü dedi, kayanın üstünde oturduğumuz zaman balığı unutmuştum; onu bana unutturan ve sana söylememe mâni olan da ancak Şeytan’dır; balık, şaşılacak bir sûrette denizde bir yoldur tuttu, dalıp gitti. Mûsâ, buydu aradığımız işte dedi ve kendi izlerini izleyerek geri döndüler. Derken kullarımızdan bir kulu buldular ki biz, katımızdan ona rahmet ihsân etmiştik ve katımızdan ilim belletmiştik. Mûsâ, ona, sana öğretilen gerçek bilgiden bana da öğretmen şartıyla sana uyayım mı dedi. O, sen dedi, benimle berâber bulunmaya dayanamazsın. İç yüzünü kavramana imkân olmayan birşeye nasıl sabredebilirsin ki? Mûsâ, Allah dilerse dedi, görürsün, sabredeceğim ve hiçbir hususta sana isyân etmeyeceğim. O, bana uyarsan dedi, sana ona âit bir söz söyleyinceyedek hiçbir şey sorma bana. Derken kalkıp yola düştüler, nihâyet bir gemiye bindiler, o zât, gemiyi deldi. Mûsâ, içindekileri boğmak için mi gemiyi deldin dedi, andolsun ki pek kötü bir iş yaptın. O zât, demedim mi dedi, gerçekten de sen, benimle berâber bulunmaya dayanamazsın. Mûsâ, unuttum dedi, bu yüzden azarlama beni ve şu arkadaşlığımızda ağır bir yük yükleme bana. Gene yola düştüler, derken bir erkek çocuğa rastladılar, o zât, çocuğu öldürdü. Mûsâ bir cana kıymamışken tuttun, tertemiz birisini öldürdün, andolsun ki pek kötü ve menedilmiş bir şey yaptın sen dedi. O, demedim miydi sana dedi, gerçekten de sen, benimle berâber bulunmaya dayanamazsın. Mûsâ, bundan sonra dedi, sana bir şey sorarsam benimle arkadaş olma artık, bir daha bir şey sorarsam benden ayrılmada gerçekten de mâzursun. Gene yola düştüler. Bir şehre geldiler, halkından yemek istedilerse de onları konuklayıp doyuran bir tek kişi bile çıkmadı. Orada bir duvar buldular, yıkılmak üzereydi. O zât, duvarı doğrulttu. Mûsâ, dileseydin dedi, bu hizmete karşılık bir ücret alırdın. O zât, işte dedi, seninle benim aramda artık ayrılık bu. Sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereyim sana. Gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi, onu kusurlu bir hale getirmek istedim, çünkü ilerde bir padişah var, bütün gemileri zaptetmede. Çocuğa gelince: Anası, babası inanmış kimseler. Bu çocuğun, onları azgınlığa ve kâfirliğe sevketmesinden korktuk da öldürdük. Rablerinin onlara, bu çocuğun yerine temizlikte daha ileri, merhametçe daha duygulu bir çocuğu vermesini diledik. Duvarsa, şehirdeki iki yetim çocuğundu ve altında, onlara âit bir defîne vardı, babaları da temiz bir adamdı. Rabbin, onların ergenlik çağına gelmelerini ve defînelerini çıkarıp elde etmelerini diledi. Bunları kendiliğimden yapmadım. İşte sabredemediğin şeylerin iç yüzü.” [9]
Hz. Musa (a.s) İle Hz. Hızır’ın (a.s) Kur’an’daki Öyküsü
Yüce Allah, Musa’ya (a.s) indirdiği vahiyde, Musa’nın (a.s) sahip olmadığı ilime sahip olan bir kulunun bir yede yaşadığını ve “Mecma’ul Bahreyne=iki denizin buluştuğu yere” gidecek olsa, balığın dirildiği yerde onu bulacağını buyurdu.
Hz. Musa (a.s), o bilgeyi bulmaya ve ilminden öğrenmeye karar verdi. Bunun üzerine arkadaşına da bildirdi ve yanlarına da bir tane ölü balık alarak beraberce iki denizin buluştuğu yere doğru hareket ettiler. Yorulmuşlardı ve dinlenmek için sahildeki bir kayanın üzerinde oturdular.
Dikkatleri bir konuya odaklandığı için balığı unutmuşlardı. Balık da dirilip suya atılmıştı veya ölü halde suya düşmüştü. Musa’nın (a.s) arkadaşı, balığın suya düştüğünü görmüş ama bunu Musa’ya (a.s) söylemeyi unutmuştu. Bir süre dinlendikten sonra kalkıp yola koyuldu ve iki denizin birleştiği yeri geride bıraktılar. Şimdi tekrar yorulmuşlardı. Musa (a.s), arkadaşına dedi: “Yemeğimizi getir, bu yolculuk fena halde yordu bizi.”
İşte burada Musa’nın (a.s) arkadaşı, balığı ve gördüğünü hatırladı; Musa’ya (a.s) dönerek dedi: Kayanın üstünde oturduğumuzda balığın dirildiğini ve suya atlayarak yüzüp gittiğini ve suda kaybolduğunu görmüştüm. Bunu, sana söylemek de istiyordum, ama şeytan bunu bana unutturdu. (Veya balığı orada unuttum ve o da suya düştü.)
Musa (a.s) dedi: İşte bu, peşinde olduğumuz şeydir ve o kaya da bizim alametimizdir. Hemen oraya dönmeliyiz.
Gecikmeden geldikleri yolu geri döndüler ve oracıkta, Allah tarafından kendisine rahmet ve ledünnî ilim verilen kulu buldular.
Musa (a.s), kendini tanıttıktan sonra ona uymak ve Allah tarafından kendisine verilen gerçek bilgiden öğrenmek istediğini bildirdi.
O bilge şöyle dedi: Sen benim maiyetimde olamaz ve yaptıklarıma dayanamazsın. Çünkü işlerimin tevil ve gerçeğini bilmezsin. Kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanasın ki?
Musa (a.s), gördükleri karşısında sabredeceğine ve Allah’ın izniyle hiç bir emrine de muhalefet etmeyeceğine dair söz verdi.
Bilge kul, Musa’nın (a.s) isteğini kabul etti ve dedi ki: Benimle beraber olacaksın, ama ben kendim, yaptıklarımı açıklamaya başlamadan önce benden hiç bir şey sormamalısın.
Musa (a.s), o bilge ile birlikte yola koyuldu ve bir gemiye bindiler. Onların dışında başkaları da gemiye binmişti. Bilge adam, gemiyi öylesine deldi ki gemi her an batabilirdi. Musa (a.s) bunun nedenini bilmediği için öylesine şaşırdı ki, bir an vermiş olduğu sözü unuttu ve itiraz ederek “Ne yapıyorsun böyle? Gemidekilerin boğulması mı amacın? Ne de tehlikeli bir şey yaptın!” dedi.
Bilge adam, soğukkanlılıkla cevap verdi: Benimle beraber olmaya dayanamazsın, dememiş miydim?
Musa (a.s) kendisine gelip özür diledi ve şöyle dedi: Sana verdiğim sözü unuttum; unutarak yaptığım işten dolayı beni kınama ve hakkımda katı davranma.
Daha sonra gemiden indi ve yola koyuldular. Yolda bir erkek çocuğuna rastladılar. Bilge adam bu çocuğu öldürdü. Musa (a.s) yine kontrolünü kaybetti ve buna itirazla şöyle dedi: Yapılacak iş mi, bu senin yaptığın? Cinayet işlememiş ve kan dökmemiş masum bir çocuğu niye öldürdün? Sahi, çok kötü bu yaptığın?
Bilge adam bir kez daha şöyle dedi: Dememiş miydim, benim maiyetimde kendini kontrol edemezsin.
Bu defa Musa’nın (a.s), öne süreceği mazereti de yoktu ve bilgenin ayrılmak istemesine engel de olamayacaktı. Bir diğer yandan da onun maiyetinde olmak ve ayrılmamak istiyordu. Bu yüzden geçici olarak onunla beraber olmak için izin istedi. Soru sormadığı sürece onun yanında kalma izniydi, bu; üçüncü soruyu soracak olsa, artık yolculuğu sürdürme izninden mahrum kalacaktı. Musa (a.s), bu isteğini şöyle dile getirdi: Bundan sonra sana bir şey soracak olsam, hiç bir mazeretim olmayacaktır.
Bilge adam bu kez de kabul etti. Birlikte yolculuğa devam etti ve bir köye gelip çattılar. Artık dayanılamayacak derecede acıkmışlardı. Köy halkından yemek istediler, ama köy halkı onları misafir etmeye yanaşmadılar. Bu arada yıkılmak üzere olan ve insanların da yakınında hareket etmekten sakındığı bir duvar gördüler. Bilge adam, bu yıkılmak üzere olan duvarı onardı. Bunun üzerine Musa (a.s) dedi: Bu iş karşılığında ücret alabilirdin ve böylece biz de açlığımızı giderebilirdik. Bu insanlar bizi ağırlamadılar ve biz de bu ücrete muhtacız.
Bilge adam cevap verdi: Artık ayrılık vaktimiz gelip çattı. Şimdi yaptıklarımın tevilini sana anlatacak ve senden ayrılacağım.
Deldiğim gemi, bir grup fakir insanın malıydı; o gemiyle denizde çalışıyor ve geçimlerini temin ediyorlardı. Denizin diğer kıyısında ise bütün gemilere el koyan bir padişah vardı. Gemiyi deldim ki, bu gemiyi işe yaramaz bulsun ve zaptetmekten vazgeçsinler.
Öldürdüğüm çocuk konusuna gelince: O, kafirdi; baba ve annesi ise imanlı kullardı. Eğer çocuk yaşasaydı, bu küfr ve inkarı sonucu baba ve annesini de saptıracaktı. Allah’ın rahmeti, çocuğun baba ve annesinin üzerinde olduğu için yüce Allah, onu öldürmemi emretti bana. Yüce Allah, onlara daha iyi, daha salih, yakınlarına daha şefkatli bir evlat verecekti ve bu sebeple onu öldürdüm.
Tamir ettiğim duvar ise, bu köy halkından olan iki öksüz çocuğa aitti ve onun altında da bir hazine vardı. Bu çocukların babası salih bir kul olduğu için Allah’ın rahmeti bu çocukların üzerineydi ve bu yüzden de, o çocuklar ergenlik çağına gelinceye kadar duvarın sağlam kalabilmesi ve altındaki definenin de korunması ve sonuçta çocuklara ulaşması için onarmamı emretti. Eğer duvarı onarmasaydım, yıkılacaktı ve ortaya çıkacak define de başkalarının eline geçecekti.
Bunları kendi yanımdan değil, Allah’ın emri üzere gerçekleştirdim ve tevilini de sana anlattım.
Bilge adam bunları dedikten sonra Musa’dan (a.s) ayrıldı.
Hz. Yusuf’un (a.s) öyküsünü anlatan Yusuf sûresinin ayetlerindeki “tevil” kelimesi de buna yakın bir anlam ifade etmektedir.
Bunu, Yusuf sûresinin şu ayetiyle örneklendirebiliriz:
“Bir zaman Yûsuf, babasına babacığım demişti, ben onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm, bir de baktım ki onlar, bana secde ediyorlar.” [10]
Bu sûreden bir diğer örnek ise şöyledir:
“Anasıyla babasını tahta çıkartıp oturttu ve hepsi de ona karşı secdeye kapandılar. Babacığım dedi, evvelce gördüğüm rüya, bu işte, Rabbim onu gerçekleştirdi ve beni zindandan çıkararak lûtfetti bana; Şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra da sizi çölden getirdi. Şüphe yok ki Rabbim, dilediği şeyi tedbîr edip lütfüyle meydana getirir; şüphe yok ki o her şeyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” [11]
Hz. Yusuf (a.s), baba ve anne ve de kardeşlerinin secdeye kapanmaları üzerine şöyle dedi: Babacığım! İşte bu, geçmiş rüyamın tevilidir.
İnsan, elbette ki Kur’an’ı tefsir edebilir; tevil konusunun da insan için imkan dahilinde mi yer aldığı, yoksa yüce Allah’a mı ait olduğu bağlamında Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“Öyle bir Tanrı’dır ki sana kitap indirdi. Onun bir kısmı, mânası-apaçık âyetlerdir ve bunlar, kitabın temelidir. Diğer kısmıysa çeşitli mânalara benzerlik gösterir âyetlerdir. Yüreklerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onları tevil etmek için mânaları açık olmayan âyetlere uyarlar. Halbuki onların tevilini ancak Allah bilir. Bilgide şüpheleri olmayacak kadar kuvvetli olanlarsa derler ki: Biz inandık ona, hepsi de Rabbimizdendir; bunu aklı tam olanlardan başkaları düşünemez.” [12]
İlk tefsir bilginlerinden bir grup, Şafiîler ve Şiî müfessirlerinin çoğu “ve’r rasihûne fi’l ilm” ayetindeki “ve” edatının atıf bağlacı olduğunu ve bu tesbitin doğal sonucu olarak da ilime kök salmış kimselerin, tevil ilmine sahip olduğunu söylemişlerdir. Ancak ilk tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu ve Hanefîler, bahis konusu olan ayetteki “ve” harfinin “istinaf=yeni bir başlangıç” edatı olduğunu ve tabiatiyle de Allah’tan başka kimsenin tevilden haberdar olmadığını söylemişlerdir.
Allame Tabatabaî, konuyla ilintili olarak şöyle buyurmuştur:
Bu ayet-i kerime, tevil ilminin sadece yüce Allah’a ait olduğunu buyurmaktadır. Hemen belirtmem gerekir ki bu sınırlılık, var olabilecek ayrık bir kanıt ile çelişmemektedir. “İlime kök salmış kimselerin” Kur’an tevilini bildiklerini kanıtlayan bir delil bulunacak olsa, üzerinde bahsedilen ayet, bu delil ile çelişmeyecektir. Aslında, var olabilecek denilen kanıtın bazı örnekleri Kur’an-ı Kerim’de mevcuttur. Gayb ilmi, bunun bir örneğidir ve Kur’an-ı Kerim bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Göklerde ve yeryüzünde bulunanların hiçbiri, gizli şeyi bilemez, ancak Allah bilir ve onlar da ne vakit tekrar diriltileceklerini bilemezler.” [13]
Bu husustaki bir diğer ayet şöyledir:
“De ki: Gaip, ancak ve ancak Allah katındadır.” [14]
Yine bu alandaki bir diğer ayet şöyle buyurmaktadır:
“Gaibin anahtarları, onun yanındadır, onları ancak o bilir; karada ve denizde ne varsa bilir. Bir yaprak bile düşse bilir onu ve yeryüzünün karanlıkları içinde bir tek tane yoktur ki, yaş ve kuru hiçbir şey bulunamaz ki apaçık kitapta tespit edilmemiş olsun.” [15]
Bu bağlamdaki bir diğer ayet ise, Allah’ın razı olduğu peygamberlerin de gayb ilminden haberdar olduğunu şöyle buyurmaktadır:
“Gizliyi bilen odur, gizlediği şey de hiçbir kimseye açılmaz. Ancak peygamberlerden seçtiği müstesnâ; onların da önlerinde, artlarında gözetleyiciler yollar.” [16]
Konunun birinci yönünün (Kur’an-ı Kerim’in, yüce Allah’tan başkasının da tevil ilminden haberdar olabileceğini kanıtlamasının) açıklaması şöyledir:
Bir kısmını buraya aktardığımız bazı ayetler, ayetin tevilinin, dışsal bir olgu olduğunu ve ayetin mefhumuyla ilişkisinin de temsil edilen ile temsil arasındaki ilişki türünden olduğunu göstermektedir. Ayetin anlamı ile tevil arasında bir tür hikayet ilintisi vardır; dışsal olgu, her ne kadar ayetin sözcüksel delaletinin anlam ve mefhumu dışında ise de, özel şekliyle ayetin hikayet örneği olup özel şekliyle de ayetin metninde korunmuştur.
Buraya taşıdığımız ayetlerden elde edilen sonuç şöyle özetlenebilir: Bu ayetlerin ötesinde, yani okumakta ve üzerinde düşünmekte olduğumuz Kur’an’ın ötesinde başka bir gerçek vardır ki bu ayetle arasındaki ilişki, ruh ile beden arasındaki veya temsil edilen gerçekle temsil arasındaki ilişki türündendir. İşte bu gerçek, Kur’an-ı Kerim literatüründe “Kitab-ı Hekim” olarak ifade edilmiştir ve bu yüce gerçek, Kur’an öğretilerinin dayanağıdır. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki bu, üstün Kur’ân’dır. Saklanmış bir kitapta. Ona, temiz olanlardan başkaları dokunamaz.” [17]
Ayet, hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde çok net ve açık olarak şöyle buyurmaktadır: Ancak ve ancak Allah’ın arı ve duru kulları, “kitab-ı meknundaki=saklanmış kitaptaki” Kur’an’ı algılayabilirler.
“Taharet”, gönülü pisliklerden arındırmaktan başka bir şey değildir ve gönül ise, insanın idrak ve irade boyutunu üstlenen yanıdır. Buna binaen gönülün tahareti, insanî nefsin inanç ve irade açısından arındırılmasıdır.
Bu durumda insan, edindiği hak öğretiler sayesinde sabit kadem olup şek ve şüpheye eğilim göstermez; inançlarının gerekleri, yani bildikleri doğrultusunda da sabit kalır; iradesini de bildiği hak öğretiler doğrultusunda harekete geçirir.
Nefsin inanç ve irade makamında arınması, sarsılmaz bir bilgiye sahip olmaktan başka bir şey değildir. Çünkü yüce Allah, ilime kök salmış kimseleri bu iki vasıfla tanımlamış ve överek şöyle buyurmuştur:
Bunlar (ilime kök salmış insanlar), hidayet üzere olanlardır ki ilim ve inanç noktasında sarsılmazlar, gönülleri sapıklığa düşmez ve fitneye de uymazlar.
Bu “mutahhar=arı ve duru” insanların, “sarsılmaz ilime sahip olma” makamına da sahip oldukları böylece ortaya çıkmış olur.
Tevil ilmine sahip olabilmenin nedeninin “sarsılmaz bilgi” değil de gönülün arı ve duruluğu kılınmasının nedeni, kitap ehli bazı insanların da köklü ve sağlam bilgiye sahip olduğu gerçeğidir ki yüce Allah bu insanları yüceltmiştir; iman ve salih amellerinden ötürü de övgüye layık bularak şöyle buyurmuştur:
“Fakat onlardan bilgide ileri olanlar ve inananlar, sana indirilene de inanırlar, senden önce indirilenlere de ve namaz kılanlardır, zekât verenlerdir, Allah’a ve âhiret gününe inananlardır onlar ve biz onlara büyük bir ecir vereceğiz.” [18]
Bu övgüyle birlikte yüce Allah onların tevil bildiğini buyurmamıştır.
Dr.İbrahimiyan
_______________________________________
[1] Vasâil’uş Şia, c: 27, s: 202
[2] Vasâil’uş Şia, c: 27, s: 190
[3] Hicr, 91
[4] İsra, 36
[5] Vasâil’uş Şia, c: 27, s: 189
[6] Vasâil’uş Şia, c: 27, s: 185
[7] Kehf, 78
[8] Kehf, 82
[9] Kehf, 60-82
[10] Yusuf, 4
[11] Yusuf, 100
[12] Âl-i İmran, 7
[13] Neml, 65
[14] Yunus, 20
[15] En’am, 59
[16] Cin, 26-27
[17] Vakıa, 77-79
[18] Nisa, 162