Nuh suresinin 26 ve 27. Ayetlerinde şöyle okumaktayız: Nuh: "Rabbim! dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler)." Hz. Nuh’un dilinden putperest kavmini lanetleyen bu ayetler da aslında ortamın insan düşüncesi ve inancı üzerindeki yıkıcı tesirini gösteren bir başka delildir.
Hz. Nuh burada kafir kavminin yok edilmesi ile ilgili talebini şöyle noktalıyor ve gerçekte talebinin delilini beyan ediyor: Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar. Yani bu kavmin hem o anda yaşayan kuşağı kafir ve sapkındır ve hem eğer yaşamayı sürdürürse gelecek kuşakları da kirli ortamda yetişecekleri için kafir olur.
Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: "Ne iş de idiniz!" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Sohbetimizin bu ayeti yani Nisa suresinin 97. Ayeti iman eden ancak hicret etmeyen insanları uyarıyor ve özürleri Hak Teâla katında kabul görmeyeceğini buyuruyor. Ayet diyor ki Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken:
"Ne iş de idiniz!" dediler. Bunlar: "Biz yeryüzünde çaresizdik" diye cevap verdiler. Melekler de: "Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. İslam dininde hicret etmek esas itibarı ile bu semavi dinin en temel meselelerinden biridir, nitekim İslam tarihi de hicret temeli üzerinde inşa edilmiştir.
Hicretin belli felsefeleri vardır ki en önemlisi pak olmayan ortamlardan kaçmak ve kötü tesirlerinden kurtulmaktır. Hicret bazılarının düşündüğünün aksine sadece İslam’ın başlangıcı ile ilgili değildir ve bilakis her çağda ve her dönemde geçerli bir durumdur. İslam peygamberinden (sav) bir hadiste ise şöyle okumaktayız: Eğer Müslümanlar şirk, küfür ve fesat dolu bir ortamda yaşıyorsa ve inançları bu yüzden tehlikeye düşüyorsa ne zaman olursa olsun fark etmez, yaşadıkları diyardan hicret etmeleri ve hatta bir karış uzakta olsa bile başka bir diyara gitmeleri gerekir. Bu durumda hicret eden Müslümanlar cenneti hak eder ve ayrıca İslam peygamberi ve Hz. İbrahim gibi iki büyük ve hicret eden peygamberlerle mahşur olur.
Bu hadiste özellikle bir karış mesafeye yapılan vurgu meselenin ne denli önemli olduğunu yansıtır ve ortamın pak olmadığı durumlarda hicret hangi çağda veya dönemde olursa olsun, mesafe gözetilmeksizin yapılması gerekir ve bu amelin mükafatı İslam peygamberi (sav) ve Hz. İbrahim ile mahşur olmaktır. Sözün özü şu ki her asırda ve her çağda ortam, insanların kişiliğinin gelişmesi ve ahlaki faziletlere veya rezilliklere kavuşmasında etkili olmuştur ve ortamın pak olması veya kirli olmasının etkisi inkâr edilemez.
Gerçi ortamın etkisi cebirle alakası yoktur, dolaysıyla ahlakın geliştirilmesi ve ideal ahlaki erdemlere kavuşulması sürecinde üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri, ortamı pak hale getirmektir. Ve eğer ortak asla pak olamayacak kadar kirlenmişse, o zaman başka çare yoktur ve böyle bir ortamdan hicret etmek gerekir. Gerçekten de acaba insanlar herhangi bir kirli ortamda maddi yaşamları tehlikeye girdiğinde oradan göç etmez mi?
Peki o zaman neden manevi yaşamı ve ahlak ilkeleri ki mutlaka maddi yaşamdan daha değerlidir? Tehlikeye girdiğinde hicret etmez ve burası benim doğduğum yer bahanesini ileri sürerek kendisini ve ailesini ve evlatlarını her türlü kirliliğe maruz bırakmaya katlanır ve yaşadığı yerden kopmak istemez? Bu arada ahlak âlimlerinin de insanların ahlaki faziletlerini geliştirmek ve ortamı pak hale getirmek için etkili programlar geliştirmeleri farzdır, çünkü alimlerin etkili programları olmaksızın bireysel çabaların pek sonuca ulaşamayacağını kesindir.