El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 5

El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 5

El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 5

El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 5

CİLT 5

 

BURC-ŞEYD: "Burûc" kelimesi, "burc" kelimesinin çoğuludur; kalelerin üzerinde inşa edilen yapılar anlamına gelir. Bu tür binalar, düşman saldırılarını püskürtmek için mümkün olduğunca sağlam inşa edilir. Aslında kelimenin etimolojik kökeninde "açıklık" anlamı vardır. Nitekim süs eşyalarını vb. açığa vurmaya "teberruc" denilmesi de bundan dolayıdır. "muşeyyede" kelimesi, yükseklik anlamını ifade eder. Bunun da etimolojik kökeni "eş-şeyd", yani kireçtir. Çünkü kireçle hem bir yapı sağlamlaştırılır, hem yükseltilir, hem de süslenir. Buna göre, "el-buruc-ul müşeyyede", gelmekte olan her türlü düşman saldırısı karşısında insanın sığınmak durumunda olduğu kaleler üzerinde yükseltilen sağlam binalar demektir. (4:78)

 

TEDEBBUR: "Yetedebberûne" kelimesi, "tedebbur" kökünden, bir şeyi diğer bir şeyden sonra almak demektir. Ayetin atmosferi içinde ise, bir ayeti diğer bir ayetten sonra düşünmeyi veya ayet üzerinde peş peşe düşünmeyi ifade eder. (4:82)

 

İSTİNBAT: "Yestenbitûne=işin iç yüzünü anlayanlar" kelimesinin mastarı "istinbat" kelimesi, sözün kapalılık durumundan çıkarılıp bilgi ve ayırt etme aşamasına ulaştırılması demektir.Bu kelimenin kökü "nebet"tir; kuyudan çıkarılan ilk su anlamına gelir. (4:83)

 

TEKLİF : "Tükellefu" sözcüğünün mastarı "et-teklif" kelimesi, meşakkat ifade eden "el-külfet" kökünden türemiştir. Teklife de teklif (meşakkat, zorluk) denilmesi, mükellefe (yükümlüye) zorluğun

yüklenmesi nedeni iledir. (4:84)

 

TENKİL: "Tenkil=ceza" sözcüğü, "nekâl" kökünden gelir ve Mecma-ul Beyan tefsirinde vurgulandığı

gibi, şu anlamı ifade eder: Benzeri bir azaba uğratılma korkusu ile insanların bozgunculuk yapmasını engelleyici ceza. Görevini yerine getirmeyenin bir daha benzeri bir suça yeltenmeyeceği diğer mükelleflerin ibret alacağı şekilde cezalandırılması yani.(4:84)

 

RAKABE: "Rakabe" ise, boyun demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması

yaygınlık kazanmıştır. (4:92)

 

DİYET: "Diyet" ise cana, bir organa veya başka bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. (4:92)

 

MİSAK: "Mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. (4:92)

 

TAAMMUD: "Müteammid" kelimesinin mastarı olan "ta-ammüd" kelimesi, bir fiili taşıdığı unvanıyla bilinçli bir şekilde ve kastederek işlemek anlamına gelir. İsteğe bağlı olarak işlenen bir fiil [ihtiyarî bir iş], taşıdığı unvanı kastetmeksizin olmaz. Dolayısıyla bir fiilin birden fazla unvanı olması caizdir. Bu bakımdan bir fiilin bir açıdan kasten, bir diğer açıdan da yanlışlıkla işlenmiş olması mümkündür. Örneğin, av hayvanı olduğunu sanarak bir karartıya ateş açan kimse, gerçekte bir insan olan bu karartıyı öldürürse, av açısından taammüden, insan açısından da bu fiili yanlışlıkla işlemiş olur. Aynı şekilde, bir kimse birine terbiye etmek amacıyla bastonla vurur ve o kimse ölürse, onu yanlışlıkla öldürmüş olur. Dolayısıyla bir mümini kasten öldüren kimse, işlediği fiille bir mümini öldürmeyi amaçlayan, onu öldüreceğini ve onun mümin olduğunu bilen kimsedir. (4:93)

 

DARAR: "Darar" kelimesi, cihat ve savaş yükümlülüğünü engelleyecek şekilde vücutta körlük, topallık ve hastalık gibi bir noksanlığın bulunması demektir.(4:95)

 

HÎLE : "Hîle" kelimesi, "haylûle" (engel, mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında belirttiği gibi, değişim anlamı vardır. (4:98)

 

REĞAM: "Murâğe-men" kelimesinin kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-İsfa-hanî der ki: "er-Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu= başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır. Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna örnektir: "O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım." Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı", "Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir. Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa, kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur." "Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.] (4:100)

 

CUNAH: "Cünah" kelimesi, günah anlamına geldiği gibi sıkıntı, sakınca, dönme ve meyletme anlamlarını da ifade eder.(4:101)

 

KASR: "Taksurû" kelimesinin kökü olan "kasr" kelimesi de, namazı kısaltma demektir. Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Namazı kısaltma anlamında üç değişik ifade kullanılır: Birincisi, 'kasart-us salate'. Kur'ân'da kullanılan ifade budur. İkincisi; [tef'il kalıbına uyarlanmış şekilde, ayni] 'kassartuha taksiren'. Üçüncüsü, 'aksartuha iksaren' [İf'al kalıbına uyarlanmış şekli yani]." [Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.](4:101)

 

VAKİT-MEVKUT: "Mevkut" kelimesi, "vakit" kökünden türemiştir. Meselâ, "vakkattu keza" yani, onun için vakit belirledim. Dolayısıyla ifadenin zahirinden şunu anlıyoruz: Namaz, vakitleri belirlenmiş, bölüm bölüm olarak tayin edilmiş ve belli vakitlerinde kılınan bir farzdır. Ancak ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, namazla ilgili "vakit" kelimesinin kullanılması, sabitliği ve değişmezliği ifade etmekten kinayedir. [Yani, ayette namazın, vakti belirlenmiş bir farz olduğu ifade edilmesi amaçlanmamıştır. Maksat, namazın sabit ve kesinlikle değişmez bir farz olduğunu açıklamaktır. Dolayısıyla] gerektirilenin, gerektirici anlamında kullanılması gibi bir durumdur bu. O hâlde namazın "kitaben mevkuten" oluşundan maksat, sabit ve değişmez bir farz oluşudur. Buna göre, hiçbir şekilde namazın farzlığı düşmez. Dolayısıyla "mevkut" sözcüğünü ilk anlamıyla [vakti belirlenmiş olarak] algılamak, öncesindeki ifadenin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü namazın belli vakitleri olan bir ibadet olduğundan söz etmenin bir gereği yoktur. Ayrıca, "Çünkü namaz..." diye başlayan ifadenin, "...yerleştiğiniz zaman artık namazı gereğince kılın." ifadesini gerekçelendirmeye yönelik olduğunu da unutmamak gerekir. Şu hâlde namazın "mevkut" oluşundan maksat, hiçbir şekilde farzlığı değişmeyen sabit oluşudur. Dolayısıyla namaz, orucun yerine fidye verilmesi gibi bir başka şeyle değimez.(4:103)

 

HATA: Râgıp el-İsfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir. Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir. Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve 'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin, üzerinde durup bunları incelemesi gerekir." Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak 'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan, bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir. Av hayvanını vurmak yani.""Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptığınızda size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor: 'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el- Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.) Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet", "reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı (sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu. Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya günahın vebalı olarak değerlendirilir). Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen, günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret edilmiştir. (4:112)

 

REMY: Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek

kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır. Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu, kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor. (4:112)

 

ŞAKK: "Yuşâkik" kelimesi, "şakk" kö-künden gelir ve bir şeyden ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşı çıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek ve ona itaat etmemek demektir.(4:115)

 

UNSA: "İnas" kelimesi, "unsa" nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü, yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi." derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka

kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik yapma gücünden yoksun olmalarıdır. (4:117)

 

MERİD: "El-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el-Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terkibin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı burada son buldu.) (4:117)

 

DEREK: "ed-Derek" -bazen de "ed-derk" olarak okunur- kelimesi ile ilgili olarak Ragıp el-İsfahanî şunları söyler: "Derek" kelimesi, "derec" kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Fakat, "derec"de yukarı doğru yükseliş esas alınırken, "derek"de aşağıya doğru alçalış esas alınır. "Cennet dereceleri" ve "Cehennem derekeleri" ifadelerinde, kelimelerin bu özellikleri esas alınmıştır.(4:145)

 

ZEBUR: Bir görüşe göre "Zebur", mektup=yazılmış demektir. Çünkü Araplar "yazdı" anlamında "zebere" fiilini kullanırlar. Dolayısıyla "Zebur" kelimesi, "mezbur=yazılmış" demektir. (4:163)

 

BURHAN: "Kesin delil" olarak anlamlandırdığımız "burhan kelimesiyle ilgili olarak Ragıp el-İsfahanî

der ki: "Burhan, kanıtlama amaçlı açıklama demektir. 'Ruc-han' ve 'sunyan' gibi, 'fu'lan' kipinden gelir. Bazılarına göre bu kelime, 'berehe-yebrehu=beyaz oldu' fiilinin mastarıdır." (Rağıptan aldığımız alıntı burada son buldu.) Dolayısıyla bu kelime, hangi kökten ve hangi kalıptan olursa olsun mastardır. Kimi durumlarda, özellikle delil ve kanıt anlamında kullanıldığında fail anlamını ifade eder. (4:174)

 

CAHİM: Ragıp el-İsfahanî şöyle der: "el-Cahme-tu" ateşin şiddetle alevlenmesi demektir. "Cahîm" kelimesi de bu kökten gelir. (5:10)

 

İCBAR: "İcbar" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle bir başkasını diğer birini düzeltmeye yöneltmek anlamını ifade eder. Ne var ki, bu ifade salt zorlama anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzdenbiri, "Ecber-tuhu ala keza" dediğinde, bu "onu zorladım" demektir... Bir insanı nitelemek anlamında "cabbar" niteliği kullanıldığı zaman, denmek isteniyor ki bu insan, hakketmediği bir üstünlük iddiasında bulunmak suretiyle bir eksikliği gideriyor. Dolayısıyla bu nitelik sadece yergi anlamında kullanılır. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Ve her inatçı zorba perişan oldu." [İbrâhim, 15], "Beni baş kaldıran bir zorba yapmadı." [Meryam, 32], "Orada zorba bir millet var." [Mâide, 22] Bir şeyin akranlarına, hem cinslerine baskın çıkması, üstün olmasıyla düşünülebilir olduğundan Araplar, "Nahletun cebbaretun" (iri hurma ağacı) ve "nâketun cebbaretun" (kocaman deve) derler." Ragıp-'tan ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla yaptığımız alıntı burada son buldu. Bundan da anlaşılıyor ki, "zorbalar" (cebbarin)dan maksat, halkı kendi isteklerine göre hareket etmeye zorlayan güç ve iktidar sahipleridir. (5:22)

 

NEBE: "en-Nebe" ise, yararlı ve olumlu etkiler bırakan haber demektir. (5:27)

 

BEVA-NEBVE: Ragıp el-İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde diyor ki: "el-Bevâ kelimesi, etimolojik olarak, bir şeyi oluşturan parçaların yer bakımından eşit oluşunu ifade eder. 'en- Nebve' ise, bunun tam aksini, yani bir yerin parçalarının uyumsuzluğunu, girintili, çıkıntılı oluşunu ifade eder. Bir yer, konaklayan kimse açısından uyumsuz, girintili çıkıntılı değilse ona, 'Mekanun bevâun' (düz yer) derler. 'Bevve'tu lehu mekanen' yani, yeri düzelttim. Parçaları uyumlu hâle geldi."(5:29)

 

VERA’ : "Yuvârî" fiilinin mastarı olan "elmuvarat" kelimesi, örtmek demektir. Kendini örtünme anlamında kullanılan "Tevârîi" ise, buradan gelir. "el-Vera" da bu kabildendir; bir şeyin ötesi, arkası anlamında kullanılır. (5:31)

 

MUHEYMİN: "Müheymin" kelimesinin mastarı olan "heymene" kelimesi, bir şeyin bir şeye egemen olması demektir. Bu ise, -kelimenin anlam kökünden anlaşıldığı kadarıyla- bir şeyin koruma, denetleme ve üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunma açısından başka bir şey üzerinde otorite sahibi olması anlamına gelir. (5:48)

 

İTTİHAZ: "Tettehizû" kelimesinin mastarı olan "ittihaz=edinme" ifadesiyle ilgili olarak Mec-ma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "İttihaz; bir şeyi bir iş için hazırlamak amacıyla ona güvenip dayanmak demektir. Bu kelime, 'ahaze' fiilinin 'iftial' kalıbına uyarlanmış türevidir. Aslı 'i'tihaz'dır. Sonra hemzenin biri 'ta'ya dönüştürülmüş ve bu 'ta' da öbür 'ta'da idgam edilmiştir. Tıpkı 'va'd' kökünden türeyen 'ittiad' gibi. 'Ahz'ın birkaç anlamı vardır. 'Ahaz-el kitabe' dediğin zaman, kitabı eline almasını kastetmiş olursun. 'Ahaz-el kurbane' dediğin zaman, kurbanı kabul etmesini kast-ediyorsun. 'Ahazehu'llahu min me'menihi' dediğinde ise öldüğünü kast-ediyorsun. Bu kelimenin asıl anlamı ise, bir şeyin bir yönden başka bir yöne geçmesidir." Mecma-ul Beyan'dan alınan alıntı burada sona erdi. (5:51)

 

İRTİDAT: "Yertedde" kelimesinin mazi fiili "irtedde"dir.] "İrtedde an dinihi" ise dininden döndü, anlamına gelir. Dindarların literatüründe "irtidat" kelimesi, imandan küfre dönmeyi ifade eder. Bu imanından önce küfrün olması ile olmaması arasında, bu nitelikle anılma açısından herhangi bir fark yoktur. Bir kâfirin inanması, ardından tekrar küfre dönmesi gibi. Önceden kâfirken Müslüman olan, ardından tekrar küfre dönen insanın irtidadı, "Millî irtidat"; Müslüman bir aileden dünyaya geldiği için önceden küfre sapması söz konusu olmayan bir kimsenin dinden dönüşü de "Fıtrî irtidat" olarak isimlendirilir. [Bu anlamlar, bu kelimenin asıl anlamları durumuna gelmişlerdir. Mecazî bir kullanım söz konusu değildir. Ancak bu kullanım, ya İslâm'ın getirdiği bir olgudur -ha-kikat-ı şer'iye- veyahut Müslümanlar arasında yaygınlaşan bir kullanımdır -hakikat-ı müteşerria-.]