Şeytan insanları çeşitli mazeretlerle, telkinlerle, aldatıcı davetlerle kendi yoluna çekmeye çalışır. İnsanlara yaratılış amaçlarını unutturarak, onları dünyevi çıkarlara, geçici ideallere yöneltir. Eğer bir insan şeytanın bu çağrısına uyar ve her şeyi yaratmış olan Rabbimizin çağrısından yüz çevirirse, işte o zaman doğruyu görebilmesi mümkün olmaz.
Allah Kuran'da böyle insanların durumunu haber vermiştir. Zuhruf Suresi'ndeki konuyla ilgili ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: Kim Rahman (olan Allah)ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz bir şeytana onun 'üzerini kabukla kaplattırırız'; artık bu, onun bir yakın dostudur. Gerçekten bunlar (bu şeytanlar), onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar.
Sonunda bize geldiği zaman, der ki: "Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen)." Bugün size kesin olarak bir yarar sağlamaz. Çünkü zulmettiniz. Şüphesiz azapta da ortaksınız. Öyleyse sağır olanlara sen mi dinleteceksin veya kör olan ve açıkça bir sapıklık içinde bulunanı hidayete erdireceksin? Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü gibi, Allah bu insanları sağır ve kör olarak nitelendirmiştir. Kuşkusuz burada söz konusu olan, fiziksel anlamda bir sağırlık ve körlük değildir.
Allah bu insanların manevi açıdan kör ve sağır olduklarına, doğru yola yapılan daveti duymazlıktan, gerçekleri görmezlikten geldiklerine dikkat çekmiştir. Kısacası bu insanlar akıl ve vicdanlarına uymayarak Allah'ın emirlerini ve hesap gününü göz ardı etmekte ve bu şekilde kurtulabileceklerini zannetmektedirler.
Oysa bu insanlar yalnızca kendilerini kandırmaktadırlar. Kendilerini kandıran insanlar dünya üzerinde az sayıda bulunan, istisna kişiler değildir. Kuran'da bildirildiği gibi "...Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çeviriyorlar." Ve yine "...insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkar ediyorlar." Burada söz edilen kişilerden olmamak için herkesin kendisi adına bir kez daha düşünmesi ve kendini kandıranlardan olmamak için çaba göstermesi gerekmektedir. Çünkü dünyadayken doğrulara gözlerini kapatarak kendini kandırmak, ahirette insana yarar değil büyük bir zarar verecektir. Bu trilyonlarca kareden her biri insan için tanınmış bir fırsat demektir. İnsanın hayatındaki her an, gerçekleri düşünmesi, doğruları görebilmesi için hesap gününden önce kendisine verilmiş bir nimettir.
Bu nimeti hayra kullananlar, düşünerek dünya hayatının gerçek yönünü kavrayabilen insanlardır. Düşünmeyenler ve yaşamlarını gaflet içinde sürdürenler ise, bu fırsatı değerlendiremezler. Kiminin "düşünmek"ten anladığı, geleceği düşünmektir. Geleceğe dair planlar yapmak, yatırımlarda bulunmak düşünmenin bir göstergesidir onlar için... Kimi ise düşünmeyi geçmişin muhasebesini yapmak olarak görür. Durmaksızın geçmişte yaptıklarını, kazandıklarını veya kaybettiklerini düşünür durur. Kimi ise "yalnızca bugünü düşünmenin, yarını hiç düşünmemenin" faydalı olduğuna inanır.
Bu, onun hayat görüşüdür. Günü gününe yaşar; belli bir amacı ve izlediği yolu da yoktur. İşte yeryüzündeki yüz milyonlarca insan bu ve benzeri düşüncelerle ömrünü geçirir. Ve görülen odur ki, insanlar bu tarz konular dışındaki derin konular üzerinde düşünmeye pek yanaşmazlar. Ancak burada "düşünmek"ten kastedilen insanın yaşamının amacını, çevresindeki yaratılış delillerini, Allah'ın kainatta tecelli eden muhteşem sanatını, ölümü, ahireti, hesap gününü düşünmektir. İşte insanların çoğunluğunun eksik olduğu yön budur.
İnsanlar senelerce eğitim görüp, biyolog, mühendis, tıp doktoru, profesör olur, ama hayatında bir kez bile hiç yokken nasıl var olduğunu, bunun da mutlaka bir amaç üzerine olduğunu düşünmezler. Tez hazırlar, doktora yapar, asistan olur, öğretim üyesi olur, insanlara şifa dağıtan bir doktor olur, avukat olurlar, ama niçin ve nasıl yaratıldıklarını, yaratılışlarını Allah'a borçlu olduklarını hiç düşünmezler. Kitaplar yazar, televizyonlarda açık oturumlara katılır, her konuda düşünüp fikir beyan ederler, ama bir kere olsun ölümü ve sonrasında Allah'a verecekleri hesabı akıllarına getirmezler.
Her insan Allah'ın varlığını, yaratılış amacını, nasıl kulluk etmesi gerektiğini düşünüp anlayabilecek bir bilince ve vicdana sahiptir. Nitekim kendileri için en hayati konuları düşünmeyen bu insanlar, işlerine gelen bir konuyu gayet iyi düşünüp hesaplayabilirler. Örneğin, ticari bir iş söz konusu olduğunda paralarını nasıl değerlendireceklerini çok iyi bilirler; bu konuda her aşamayı düşünürler. İşlerinde çok zor problemlerin üstesinden gelebilirler; her detay için ayrı bir tedbir düşünebilirler. Sahip olmak istedikleri bir şey olduğunda, bunun için çok uzun vadeli planlar yapıp, bunları aşama aşama uygulayabilirler.
Kısacası insanlar dünyaya yönelik çıkarları olan konuları gayet iyi düşünebilirler. İşte bu yüzden ahirette "düşünemedim", "akıl edemedim" gibi mazeretler -Allah'ın dilemesi dışında- kabul görmeyecektir. Allah bir ayetinde insanları, hesap gününün "zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir yarar sağlamayacağı gün..." olduğuna dair uyarmıştır.
Başka ayetlerde de bu gerçek haber verilmiştir: Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar sağlayacak, ne (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir. "Biliyordum, ama zaman ve şartlar müsaade etmedi" diyerek kendini kandıranlar Allah Kuran'ı tüm insanlara yol gösterici bir kitap olarak göndermiştir. Kıyamete kadar tüm insanlar Kuran'da bildirilen emirleri yerine getirmekle, ibadetleri uygulamakla yükümlü tutulmuşlardır. Allah'ın Kuran'da istisna olarak bildirdiği durumlar dışında her insan ibadetleri yerine getirip getirmediği konusunda din günü hesap verecektir.
Günlük yaşamları içinde insanlar pek çok işe rahatlıkla zaman ayırırlar. Özellikle bir çıkarları söz konusu olduğunda, gerekirse başka isteklerinden fedakarlık eder, ama yine de o iş için gereken zamanı ayarlarlar. Ayrıca bulundukları şartlar o işi yapmalarını engelliyorsa, bu engelleri kaldıracak çözümleri de çok çabuk düşünüp bulurlar. Ancak insanların geneline bakıldığında ibadetler konusunda aynı kararlılığı göstermedikleri görülür.
"Namaz kılmak istiyorum, ama hiç zaman bulamıyorum", "çalışıyorum, nasıl oruç tutabilirim", "okula gidiyorum, ders çalışmam lazım, ibadete vakit ayıramam", "burası yazlık, burada oruç tutamam" gibi mazeretler öne süren insanlara çevrenizde sık sık rastlamışsınızdır.
Aynı şekilde "sabırlı bir insan olmak istiyorum, ama olaylar çok üst üste geliyor", "öfkelenmek istemiyorum, ama ortam çok stresli" benzeri bahanelerle çirkin bir ahlak gösteren insanları çokça görmüşsünüzdür. Ama dinden ve Kuran ahlakından uzak insanlar, kendilerine Allah'ın rızasını ve cennetini kazanma fırsatı verilmişken fiziki rahatsızlıklarını bahane ederek, ibadetlerini bir yana bırakır, nefislerine uymayı tercih ederler. Bu samimiyetsizliklerinin karşılığını ise ahirette acı bir azap olarak alırlar. Çünkü Allah'ın emirlerini yerine getirmeme konusunda öne sürdükleri mazeretlerde samimiyetsizdirler. Gerçekten fiziksel bir rahatsızlıkları olsa bile, zaten Kuran'da bu gibi durumlarla ilgili pek çok kolaylık tanınmıştır. Örneğin oruç tutmak Allah'ın insanlara farz kıldığı ibadetlerden biridir.
Dolayısıyla insanlar Allah'ın bu hükmünü yerine getirmekle yükümlüdürler. İnsanların bu ibadeti yerine getiremeyecekleri durumları ise yine Allah ayetinde açıkça bildirmiştir: (Oruç) Sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta ya da yolculukta olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutsun). Zor dayanabilenlerin üzerinde bir yoksulu doyuracak kadar fidye (vardır). Kim gönülden bir hayır yaparsa bu da kendisi için hayırlıdır. Oruç tutmanız, eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. Bu ayette görüldüğü gibi, Allah yolcunun, hastanın içinde bulundukları durumu hatırlatmış ve onlara oruç ibadetini yerine getirme konusunda kolaylık göstermiştir.
Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, Allah'a samimi olarak iman edenler için her zaman bir kolaylık yolu mevcuttur. Çünkü Allah'ın dini son derece kolaydır; Allah insanlar için dini yaşama konusunda hiçbir zorluk dilememiştir. Allah insanların nelerde zorlanacaklarını, hangi yükü kaldıramayacaklarını en iyi bilendir. Ve Kuran'da hiç kimseye gücünden fazlasını yüklemeyeceğini bildirmiştir: Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa Suresi, 28) İnsanların çoğu ise Allah'ın merhametine ve lütfuna karşılık son derece nankörce bir ahlak sergilerler.
Dünyaya olan hırs ve bağlılıklarından ötürü, ibadetlerini yerine getirmeme konusunda sürekli olarak başka şartları bahane olarak öne sürerler. Elbette bunu yapmakla yalnızca kendilerini kandırır ve zarara sokarlar. Çünkü Kuran'da bildirildiği gibi, Allah hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır: İnsanların çoğu Allah'ın varlığını bilir ve kabul ederler ama O'nun kudretini gereği gibi takdir edemezler.
Yanılgıya düştükleri konu Allah'ın varlığı değil, Allah'ın sıfatlarıdır. Örneğin, Allah'ın kullarına karşı çok lütufkar, bağışlayıcı ve merhametli olduğunu düşünürler de, inkarcılardan intikam alan, onlara azap eden, kahreden sıfatlarını düşünmeye pek yanaşmazlar. Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen bu insanların Allah korkuları ya hiç yoktur veya çok sınırlıdır. Bu da insanın ahireti açısından çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü Allah korkusu olmayan, yaptıklarının karşılığında ceza göreceğine inanmayan bir insan her türlü kötülüğü, zulmü rahatlıkla yapabilir.
Allah'ın yasakladığı, haram kıldığı her türlü suçu işleyip, sonra da "nasıl olsa Allah affeder" gibi gerçeklerden uzak sapkın bir düşünceye kapılabilir. İşte bu yüzden şeytan insanlara hep bu yönden yaklaşır ve insanların kendilerini "nasıl olsa affedilirim" düşüncesiyle kandırmalarına neden olur.
Dikkat edilirse dinden uzak toplumlarda insanlar hep bu çarpık bakış açısı ile hareket eder ve sürekli Allah'ın emir ve yasaklarını ihlal ederler. Namazlarını kılmayanlar, oruç tutmayanlar, ihtiyaç içinde olan insanları koruyup kollamayanlar, cimrilik ederek mallarından infak etmeyenler, kendi çıkarları uğruna insanlara zulmedenler, adam öldürenler, hırsızlık yapanlar, başkalarının malını haksızlıkla yiyenler, yeryüzünde karışıklık çıkaranlar, insanları ahlaksızlığa sürükleyenler, hep "nasıl olsa Allah affeder" düşüncesi ile bunları yaparlar. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, elbette her insan yaşadığı müddetçe hata yapabilir ve işlediği suçlardan, yaptığı hatalardan dolayı pişmanlık da duyabilir.
Çünkü insan hata yapmaya yatkın bir varlıktır; hiçbir insanın hatasızlık veya kusursuzluk iddiası olamaz. İşte bu yüzden insan dünyada bulunduğu sürece bağışlanmak için Allah'a tevbe edebilir. Allah, her insana ölene kadar tevbe etme imkanı vermiştir. Ama Kuran'da hangi tövbenin samimi tevbe olduğu ve kabul göreceği de haber verilmiştir.
Tövbenin şartının samimiyet olduğunu Allah aşağıdaki ayetleriyle bildirmiştir: Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır.