Abese Suresi ve Peygamberimiz

Abese Suresi ve Peygamberimiz

Soru: Abese suresinde uyarılan Peygamberimizmidir? Eğer uyarılan efendimiz ise bunun izahı nasıldır?

Soru:   

Abese suresinde uyarılan Peygamberimizmidir? Eğer uyarılan efendimiz ise bunun izahı nasıldır?   


Cevap

Gerek Ehlisünnet, gerekse Ehlibeyt mektebi müfessirlerinin geneli, bu surenin, Hz. Resulullahın (s.a.a), Utbe bin Rabia, Ebu Cehil, Abbas bin Ebu Talib, Ubey ve Umeyye bin Halef gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden bir grubu İslam’a davet ettiği bir esnada âmâ (kör) olan Ümmi Mektum ismindeki sahabenin aniden gelip ısrarla Peygambere:


"Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret, Allah’ın sana öğrettiğinden bana da öğret" diyerek, Peygamberin konuşmasının bölünmesine yol açtıktan sonra nazil olduğunda ittifak etmişlerdir.


Allah Teâla bu surede kınar bir dille, hidayet almak için gelen âmâ bir insana karşı birinin, surat asarak, yüz çevirip gereken ilgiyi göstermediğini, buna karşılık zengin olanla ise fazlasıyla ilgilendiğini belirtmektedir. Ancak bunu kimin yaptığını açıkça belirtmemiştir. Fakat sözün akışının zahirinden o kimsenin bizzat Resulullah’ın kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ehlisünnet ekolünün genelinin görüşü de budur. Hatta naklettikleri hadislerde, Hz. Resulullahın, Ümmi Mektum’un bu davranışından rahatsız olarak kalbinde, "Bu Kureyş'in büyükleri, bunun taraftarları sadece köleler, fakirler ve körlerdir" diyeceklerinden endişelenerek böyle yaptığını da kaydediyorlar.


Ehlibeyt ekolüne gelince, bu konuda iki çeşit hadis gelmiştir. Azınlıkta olan birinci kısım hadislerde Ümmi Mektum’a surat asıp, yüz çevirenin Hz. Resulullah olduğu kaydedilirken, çoğunlukta olan ikinci kısım hadislerde bu işi yapanın Hz. Resulullah olmadığı, aksine o toplantıda hazır bulunan Beni Ümeyye’den bir kişinin olduğu belirtilmiştir. Bu durumda eğer Ehlibeyt kanalıyla gelen, bu işi yapanın Beni Ümeyye’den bir kişinin olduğunu belirten hadisleri kabul edersek, ortada bir sorun kalmıyor.


Çünkü bu takdirde kınanan Hz. Resulullah değil, o toplantıda hazır bulunan ve bu davranışı yapan kişidir. Zaten Allah Teâlâ da bu işi kimin yaptığını açıkça belirtmemiş, sadece önce üçüncü şahıs kipiyle bir kimsenin böyle yaptığını belirtmiş, sonra da onu muhatap alarak, "sen zengin birine önem veriyor, ama kalbindeki Allah korkusuyla bir şey öğrenmek için geleni görmezlikten geliyorsun" diye onu kınamıştır.


Ehlibeyt âlimlerinin önde gelenlerinden Seyit Mürteza, Tenzih-ül Enbiya adlı kitabında bu görüşü savunmaktadır. O şöyle diyor: "Bu ayetin zahirinden Peygambere yönelik olduğu anlaşılmamaktadır. Peygambere hitap edildiğini gösteren bir belirti de yoktur. Bu ayette kimin yaptığına tasrih edilmeksizin sadece bir olayın vukuundan haber verilmektedir. Hatta dikkatlice düşünüldüğünde maksadın Peygamber’den başkası olduğu anlaşılmaktadır. Zira ayette o kimse yüz asmakla vasıflandırılmaktadır. Oysa Kuran-ı Kerim ve hadislerde Peygamber-i Ekrem'in düşmanlara karşı bile böyle bir davranışı olmadığı belirtilmiştir; nerde kala hidayet isteyen müminlere karşı böyle bir davranışı olsun. Sonra bu ayette o kimsenin, zenginlere fazlasıyla teveccüh gösterirken, fakirleri görmezlikten geldiği anlatılmaktadır. Bunu Peygambere yakıştıramayız.

 

Peygamberimizi tanıyan bir kimse, onu bu sıfatla vasıflandıramaz. Bu onun yüce ahlakı ve kavmine olan şefkatiyle de bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla bu ayetin ashaptan biri hakkında nazil olduğu ve anlatılan işi onun yaptığı söylenmiştir. Bu durumda biz bu ayetin kimin hakkında nazil olduğundan şüpheye düşsek bile, ondan Peygamberin kastedilmediğinden şüphe edemeyiz. Çünkü Allah, Peygamber-i Ekrem’i bundan daha az kınanacak sıfatlardan bile tenzih etmiştir." (Bihar-ül Enbiya c. 17 s. 78 naklen Tenzih-ül Enbiya s. 118)


Ehlibeyt müfessirleri genellikle bu görüşü benimsemişlerdir. Buna dayanak olarak da Kuran-ı Kerim'de Resulullahın yüce ahlakını öven ayetlerle Ehlibeyt İmamlarından bu ayetlerden maksadın Resulullah olmadığı, aksine Beni Ümeyye’den bir kişinin kastedildiğine dair gelen hadisleri göstermişlerdir.


Bu müfessirlerden biri de asrımızın büyük Ehlibeyt müfessiri Allame Tabatabai'dir. O, El-Mizan adlı tefsirinin 20.cildinin 223.sayfasında yukarıda işaret ettiğimiz Seyit Murtaza;'nın görüşünü onaylayarak bu davranışın Peygamberin yüce ahlakıyla bağdaşmadığını, dolayısıyla maksadın Hazret olmaması gerektiğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor:


"Oysa Allah Teâla, bahsi geçen surenin inmesinden önce Resulullah’ın yüce ahlakını överek “Sen büyük ahlak üzeresin" buyurmuştur.


Surelerin nüzul tertibini belirten bütün rivayetler, bu surenin İkra Suresi’nden sonra indiğinde ittifak etmişlerdir. Bu durumda Allah Teâlâ’nın, bi’setin ilk başında herhangi bir sınır koymaksızın ahlakını övdüğü ve her yönüyle yüce ahlaka sahip olduğunu belirttiği Peygamberini, daha sonraları, kâfir oldukları halde zenginlere daha fazla ilgi göstermek ve mümin oldukları halde fakirlere karşı ilgisiz kalmak gibi bazı ahlaki davranışlarından dolayı kınadığı nasıl düşünülebilir?


Yine Allah Teâla Şuara Suresi’nin 215.ayetinde Peygamberine; "Yakın aşiretini uyar ve sana tabi olan müminlere karşı tevazulu ol" buyurmuştur. Allah Teâla bu ayette Peygamberine müminlere karşı tevazulu davranmasını emretmektedir. Bu ayet de Mekke'de nazil olan surede vaki olup davetin ilk başlarında nazil olan "Yakın aşiretini uyar" ayetinin devamında yer almıştır.


Yine Allah Teâlâ, Hicr Suresi'nin 88.ayetinde; "Onlardan yaşattırdığımız bazı gruplara gözünü dikme, (Müslüman olmadılar diye de) onlara üzülme, müminlere ise kanadını ger, tevazulu ol" buyurmaktadır. Bu ayetin akışında aleni davetin başlangıcında ise; "Sana emredileni açıkça ilan et ve müşriklerden yüz çevir" buyurmaktadır. Bu durumda Resulullahın (s.a.a) müminlere yüzünü ekşitmesi ve onlardan yüz çevirmesi nasıl düşünülebilir?


Oysa Allah Teâlâ ona, müminlere karşı saygılı olmasını, onlara tevazu göstermesini ve dünya ehlinin dünyasına göz dikmemesini emretmiştir. Sonra; bir fazilet ölçüsü olmadığı halde zenginin zenginliğini fakirin kemaline tercih ederek, fakire karşı yüz asıp itinasızlık etmek ve zengine zenginliğinden dolayı ilgi göstermek aklen çirkin bir olay olup, yüce insani ahlakla bağdaşmamaktadır. Bundan kaçınılmasının gerektiğinin kavranılması için lafzi bir emrin gelmesi de gerekmemektedir.. O halde daha önceden bu hususta bir nehiy gelmediğini farz etsek bile, akıl bu işin çirkinliğine hükmetmektedir. Dolayısıyla da Allah Teâlâ'nın "Sen çok büyük bir ahlak üzeresin” buyurarak yüce ahlakını mutlak olarak övmüş olduğu üstün ahlak sahibi Peygamber-i Ekrem'in böyle bir işi yapması asla düşünülemez. Çünkü ahlak insanın ruhunda yerleşmiş olan bir özelliktir ve devamlı olarak kendine uygun davranışları gerektirir."


 Allame, daha sonra Ehlibeyt İmamlarından gelen, bu surede muhatabın Resulullah olmadığını ve Beni Ümeyye’den bir kişinin bu davranışta bulunduğunu, bunun üzerine de bu surenin inerek onun bu davranışını yerdiğini belirten iki hadisi de naklederek, bu husustaki bahsini sona erdiriyor.


Evet, eğer biz Allame ve onun gibi düşünen müfessirlerin bu delilini kabul etsek ve bu surede Resulullaha değil, başkasına hitap edildiğini kabul etsek, artık bir sorun kalmıyor ve bu surenin Resulullah’ın masumiyetiyle her hangi bir çelişkisi de olmadığı ortaya çıkıyor.


Ancak ne var ki, bütün Ehlibeyt müfessirleri aynı düşüncede olmamışlardır. Onların içinde bu surede bahsedilen kişinin Resulullah olduğunu savunanlar da az değildir. Zaten bu suredeki ayetlerin söz akışının zahiri de maksadın Hz. Resulullah olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah korkusuyla ve din öğrenme çabasıyla gelen kişi mutlaka Hz. Resulullah’a gelmiş ve ayet de kendine gelinen kimseye hitaben, "Sana Allah korkusuyla çaba harcayarak gelene ilgisiz olup, zengine ise fazlasıyla ilgi gösteriyorsun" buyurmaktadır. O halde ayetlerdeki söz akışı muhatabın Resulullah olduğunu göstermektedir. Sonra bu surede bahsedilen kimsenin Beni Ümeyye’den bir kişinin olduğunu belirten Ehlibeyt İmamları’ndan nakledilen hadisler de ahat türünden hadislerdir. Dolayısıyla ilk önce onların senedinin sahih olduğu belirlenmelidir.


Senetlerinde bir sorun olmasa bile, ahat türünden hadisler ancak dinin fer-i hükümlerinde, o da Kur’an’ın zahiriyle çelişmediği takdirde hüccet kabul edilir. Oysa bu konu dinin fer-i hükümlerinden olmadığı gibi, bu hadisler ayetlerin söz akışındaki zahiri anlamla da çelişmektedir. Dolayısıyla bu hadislere pek fazla itimat edemeyiz.


Burada önemli olan bu surenin Allame'nin işaret ettiği Resulullah’ın yüce ahlak sahibi olduğunu belirten ayetle çelişip çelişmediğini belirlemektir. Eğer bu sure o ayetle çelişirse, elbette ki, Resulullah o yüce ahlakıyla çelişen bir davranışta bulunmaz. Dolayısıyla da bu surenin söz akışının zahirinden istifade edilen anlamdan vazgeçilmeli ve maksadın Resulullah olmadığı kabul edilmelidir. Çünkü bu durumda mezkûr ayet kayıtsız şartsız olarak Resulullah’ın yüce ahlak sahibi olduğunu açıkça belirtmekte, bu surenin zahiri anlamı ise Peygamberin bu yüce ahlakla bağdaşmayan bir davranışta bulunduğunu söylemektedir.


Açıktır ki, her yerde açık ve nas olan bir beyanla zahiri bir beyan çelişirse, zahiri anlamdan vazgeçilir, açık ve nas olan beyan kabul edilir. Ama bu surenin zahiri anlamıyla Resulullah’ın yüce ahlak sahibi olduğunu ifade eden mezkûr ayetin açık anlamı arasında herhangi bir çelişki söz konusu olmadığı gibi, o Hazret masumiyetiyle çelişen bir davranışta da bulunmamıştır.


Çünkü bu surenin ifade ettiği davranışın o Hazretin yüce ahlakıyla çelişmesi için, Allame’nin de işaret ettiği gibi, bu surenin Peygamberin zengin birine zenginliğinden dolayı itina gösterdiğini ve fakir birine ise fakirliğinden dolayı itinasızlık yaptığını ifade etmesi lazımdır. Oysa bu sure asla böyle bir anlamı ifade etmiyor, aksine bu sure Peygamberin zengin olarak nitelediği kimse veya kimseleri Allah yoluna hidayet etmek için yoğun çaba harcadığını belirtiyor. Dolayısıyla da Allah; "Senin bu kadar çaba harcamana gerek yoktur; sen sadece tebliğ etmekle sorumlusun; onların hidayet olmamalarının sorumluluğu sana ait değildir" anlamına gelen bir tabirle Peygambere bu kadar zahmet ve çaba harcamasının gerekmediğini hatırlatıyor.


Nitekim Yüce Allah Kehf Suresi'nin 6.ayetinde yine peygamberi uyarmış ve "Neredeyse, inanmadılar diye, onlara üzülerek ve peşlerine düşerek kendini helak edeceksin" buyurarak insanları hidayet etmek uğruna bu kadar çaba harcamasının zorunlu olmadığını hatırlatmıştır. O halde Peygamberin mezkûr zenginlere olan fazla ilgisi onların zenginliğinden dolayı değil; onları hidayet etmek ve İslam dinine kazandırmak içindi.


Elbette adı geçen Kureyş'in büyüklerini İslam'a kazandırmakla, onların kendilerinin hidayet bulmalarına ilaveten, bu gibi müstekbirlerin baskısı altında inleyen zayıf ve fakir Müslümanların da kurtulup rahata kavuşması ve İslam dininin ilerlemesinin ve hâkimiyetinin önündeki en büyük engelin kalkması da söz konusu idi. Dolayısıyla Peygamber, bu yüce hedefleri temin ederek Allah Teâla’nın rızasını kazanmak için onlara fazlasıyla ilgi göstermekteydi. Allah Teâlâ'da bu kadar çaba harcamasına gerek olmadığını bildirmiştir.

Peygamberin âmâ olan Ümmi Mektum'a ilgisizlik göstermesine gelince, bu olayı nakleden hadis, tefsir ve siyer kaynaklarına müracaat ettiğimizde, Peygamberin ona karşı gösterdiği bu ilgisizliğinin de onun âmâ veya fakir oluşundan dolayı olmadığı görülmektedir. Zira Ümmi Mektum edep kurallarına riayet etmemiş ve yüksek sesle mükerrer olarak Peygamberin sözünün arasına girerek bu ciddi konuşmasının kesilmesine ve bölünmesine yol açmıştı. Dolayısıyla da onun uyarılması icap etmekteydi.


Peygamberin bu davranışı ise bu doğrultuda gösterilen en doğal bir davranıştı. Sonra Ümmi Mektum âmâ idi ve Peygamberin ona surat asmasını görmemekteydi, dolayısıyla Peygamberin bu davranışından onun kalbinin kırılması ve incinmesi de söz konusu değildi. O halde peygamber, bir müminin kalbini kıracak bir davranışta da bulunmuyordu ki, bunun Peygamberin yüce ahlakıyla bağdaşmadığı söz konusu edilsin. Sadece Peygamber ona cevap vermeyi geciktirmişti. Bu da onun kalbini kıracak bir hareket değildi. Çünkü Peygamberin başkasıyla konuşmakta olduğunun farkına varacak ve tabii olarak Peygamberin o konuşmasını bitirdikten sonra kendisine cevap vermesinin pek doğal olduğunu anlayacaktı.


İlaveten tarihe baktığımızda Ümmi Mektum ile Peygamber arasında samimiyete varan bir ilişki olduğunu görmekteyiz. Ümmi Mektum’un izin almaksızın Peygamberin evine girmesi bunun delilidir. Dolayısıyla insanın önemli bir işle iştigal halindeyken samimi olduğu arkadaşının cevabını geciktirmesinin, onun kalbini kırmayacağı ve ona ağır gelmeyeceği açıktır. Bu nedenle Peygamberin ona ilgisiz kalması pek doğal kabul edilen bir davranıştır ve Peygamberin yüce ahlakıyla da hiç çelişkisi olmadığı gibi günah sayılacak bir eylem de değildir.


Yani Peygamber, bu olayda yüce ahlakı ve masumiyetiyle çelişen bir davranışta bulunmamıştı. Belki Peygamber burada evla olan yani daha iyi olan bir davranışı terk etmişti. O da şu ki, Peygamber onun bu edep dışı davranışından hiç incinmemesi, yüzünü asmaması ve hemen cevap vermesi idi. Peygamber bunu yapmamıştı. Daha iyi olanı terk etmenin ise, ne yüce ahlakla ne de masumiyetle bir çelişkisi yoktur. Çünkü masumiyetin anlamı terk-i evla etmemek olmadığı gibi, yüce ahlak da edep dışı davranıştan hiç etkilenmemek değildir.


Masumiyetin anlamı günah işlememek ve görevinde yanlışlık yapmamakla birlikte bilgi açısından hataya düşmemektir. Yüce ahlak sahibi olmak, insanı her halükarda en güzelini yapmaya mecbur kılmaz. Yüksek ahlak tek tek davranışla değil, genel davranışla ilgilidir. Genel davranışlarında en iyi ahlaki davranışı sergileyen kimse yüksek ahlak sahibidir. Zaten Peygamberimiz de genel davranışlarında davranışların en güzelini sergilemiştir. Ama bazı hallerde de en güzelini sergileyememiştir. Bu onun yüksek ahlak sahibi olmasına bir halel getirmez. Çünkü bu kavram nispi bir kavram olup genel davranışla orantılıdır. Elbette güzelin daha güzeli ve yücenin daha yücesi vardır.


Peygamberimiz diğerlerine oranla en güzel ahlak ve davranışa sahiptir. Ama bunun anlamı bu değildir ki, artık Peygamberimiz bu açıdan son noktaya ulaşmıştır ve kat edeceği hiçbir mesafe kalmamıştır. Hayır, peygamberimizin de henüz kat edeceği mesafesi ve elde edeceği kemalleri vardır ve olmalıdır da. Aksi takdirde Peygamberimizin imtihan üstü bir varlık olması gerekir ki, ne buna inanıyoruz, ne de böyle olması mümkündür. Çünkü bir kulun imtihan dışı olması ancak onun kemalin son noktasına varmasıyla mümkün olabilir. Kul olan bir varlığın ise dünya hayatında böyle bir kemale ulaşması imkânsızdır.


O halde Peygamberimiz de dünya hayatında imtihana tabidir ve kazandığı yüce sıfatlar ve gösterdiği güzel davranışlarla kemal derecelerini kat etmektedir. Bu yolculukta da çoğunlukla en güzelini, bazen de masumiyetle çelişmeyen bundan aşağısını elde etmektedir. Burada akla şöyle bir soru gelebilir:


Mademki, Resulullah’ın bu davranışı doğal bir davranıştıysa, Allah Teâlâ'nın böyle bir kınamasının olmaması gerekirdi. Peki, neden Allah Teâlâ Resulünü bu davranışından dolayı kınıyor?


Bunun cevabı da şudur:


Allah Teâla’nın Resulünü kınamasının iki nedeni vardır.


Birincisi, her ne kadar Peygamberin bu davranışı doğal bir davranıştı ve ne masumiyet, ne de yüce ahlakla bir çelişkisi yoktu, ama o makamda olandan bundan daha iyisi de beklenmekteydi. Allah Teâla'nın kınaması bu daha iyi olanın terk edilmesinden dolayıdır. Yüce mevki sahipleri daha iyi olanı terk etmekle de kınanır. Onlar, başkalarının sorumlu tutulmadığı şeylerden de sorumlu tutulur. Ama bunlar onların masumiyetine bir halel getirmez ve sadece elde edebilecekleri daha üstün bir kemalden mahrum kalırlar. Yani, eğer Peygamber, Ümmi Mektum’un bu edep dışı davranışı karşısında hiç incinmez ve güler yüzle hemen onun cevabını vermiş olsaydı, daha üstün bir makam elde edebilirdi. İşte kınama bundan dolayı idi. Zaten biz, Kuran-ı Kerim’de ilahi peygamberlere isnat edilen günah ve benzeri kavramların hep bundan dolayı olduğu inancındayız.


İkincisi ise, orada hazır bulunanların zihninde doğabilecek yanlış anlamayı önlemek içindir ki, onlar İslam dininde de zenginliğin bir değer ölçeği kabul edildiğini sanmasınlar. Evet, İslam dininde değer ölçeği sadece kişinin inanç derecesidir. O fakir, âmâ ve köle olsa bile, bu üstün değere ve hakikati anlamaya hazır olan bir kalbe sahipse, değer taşımaktadır. Böyle bir değerden yoksun olursa, dünya metaı açısından zamanın Karun’u bile olsa hiçbir değer sahibi değildir.

 

caferilik.com