EL-MİZAN TEFSİRİNDE KELİME VE KAVRAMLAR
CİLT 1
İLAH : "Allah" lafzının aslı "el-ilâh"tır. Çok kullanıldığından dolayı "ilâh"ın başındaki "hemze" düşmüştür. "İlâh" kelimesi, "kulluk etti" anlamına gelen "eleh'er-recülü ye'lehu" kökünden gelir. Ya da "hayret etti" anlamına gelen "elih'er-recülü" ya da "veleh'er-recülü" kökünden gelir. Bu kelime "mef'ul" anlamında "fial" kipindendir. Tıpkı "mektup" anlamında "kitap" gibi. İlâh olarak nitelendirilmesi; mabut, yani kulluk sunulan olmasından ya da akılların zatını kavrama noktasında şaşkına düşmelerinden dolayıdır. (1:1)
RAHMAN-RAHİM : Rahman ve Rahim sıfatları , "rahmet" kökünden gelirler. Bu nitelikse, bir şeyini yitiren veya eksiğini giderecek bir şeye ihtiyaç duyan bir insanın görülmesi anında insan kalbini etkisi altına alan, heyecan yönü ağır basan özel bir duygudur. Bu duygu insanın içinde uyanınca eksiği olanın eksiğini gidermeye, ihtiyacını karşılamaya yeltenir. Ancak bu anlam, tahlil sonucunda ihtiyacı gidermek amacıyla verme, bağışta bulunma anlamına öner. İşte yüce Allah, bu anlamda rahmet sıfatıyla nitelendirilir. Rahman kelimesi, çokluk ifade eden "fe'lân" vezninden mübalağa sıgasıdır. Rahim ise sıfat-ı müşebbehedir ve süreklilik, kalıcılık ifade eder. Bu açıdan "Rahman" niteliğinin hem müminlere ve hem de kâfirlere yönelik bol rahmeti ifade ediyor olduğu şeklindeki yaklaşım yerindedir. (1:1)
HAMD : "Hamd", bir insanın özgür iradesiyle sergilediği güzelliklere yönelik övgüdür. "Medh=meth" ise, bundan daha kapsamlıdır. "Hamedtu fulânen ev medehtuhu li-ke-remihi" yani, "Falanı ikramından dolayı övdüm veya methettim." denir. Aynı şekilde, "Medeht'ul-lu'lue alâ safaihi" yani, "İnciyi saf oluşundan dolayı methettim" denir de, "Hamadtuhu alâ safaihi" yani, "Onu saf oluşundan dolayı övdüm" denmez. Hamd kelimesinin başındaki "el" takısı cins veya istiğrak anlamına dönüktür. Her iki bakımdan da sonuç değişmez. (1:2)
ALEM : "Âlemîn=âlemler" kelimesi, "âlem"in çoğuludur. Bir şeyin bilinmesine aracı olan şey demektir. Kaaleb, hâtem ve tâbe' gibi. Birincisi, bir şeye belli bir şekil vermeye yarayan şey;
ikincisi, bir şeye son vermeye aracı olan şey; üçüncüsü ise, bir şeyin nakşedilmesine aracı olan şey demektir. Bu kavram, bütün varlıklar için kullanıldığı gibi bireylerin ve parçaların bir araya gelmesinden oluşan her topluluğu, her bütünlüğü de ifade eder. Cansız varlıklar âlemi, bitkiler âlemi, hayvanlar âlemi ve insanlar âlemi gibi. Belli niteliklere sahip bireylerden oluşan topluluklar için de kullanılır. Arap âlemi ve Acem âlemi gibi. (1:2)
MALİK- MELİK : "Malik" kelimesi, "milk" kökünden gelir. "Melik" ise, "mülk" kökünden gelir ve ulusal düzene egemen olan ve onları idare eden kimse demektir. Diğer bir ifadeyle, onlar üzerinde emir ve hüküm yetkisine sahip kimse demektir. (1:4)
ABD : 1-"Abd" kelimesi, sahip olunan insan veya -anlamı soyutlarsak- tüm bilinçli varlıklar anlamında bir kavramdır. Nitekim yüce Allah'ın şu sözünde bu soyutlanmış anlamda kullanılmıştır: "Göklerde ve yerde bu-lunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) İbadet kavramı da bu kelimeden türemiştir. Yerlerine göre farklı köklerden gelmiş veya farklı anlamlarda kullanılmıştır da denebilir. Cevherî'nin, es-Sihah'ta; "Ubudiyet (kulluk) kavramının aslı boyun eğmedir." şeklideki sözüne gelince; boyun eğmenin ubudiyetin gereklerinden olduğundan dolayı bu sözü söylemiş olsa gerek. Yoksa, boyun eğme anlamına gelen "huzu" kelimesi ancak "lam" harf-i cerri ile geçişli olabiliyor, ibadet ise, yapısı itibariyle geçişlidir. Kısacası; ibadet, kulun kendini Rabbinin mülkü yerine koyması ve öyle görmesidir. Bu yüzden kulluk büyüklenmenin karşıtıdır, böyle bir duyguyu yok eder; ama şirk koşmanın karşıtı değildir. Yani, kölenin köleliği ve kulun kulluğu üzerinde birden fazla kişinin ortaklığı söz konusu olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bana ibadet etmekten büyüklenenler, aşağılanarak cehenneme gireceklerdir." (Mü'-min, 60) (1:5)
2- "İbad" kelimesi, "abiyd" gibi "abd"in çoğuludur. "İbad" ile "abiyd" arasındaki fark şudur: "İbad", çoğunlukla yüce Allah'a nispet edilen hususlarda kullanılır. Örneğin; "ibadullah" (Allah'ın kulları) denilmesine karşın genellikle "ibadunnas" denmez. Daha çok "abiydunnas" (insanların köleleri, kulları) denir. (3:79) (cilt 3)
SIRAT – SIRATI MUSTAGIM : "Sırat", açık yol demektir. Bu kelime, "yutmak" anlamına gelen "serete" fiilinden türemiştir. Sanki bu yol, yürüyenlerini yutuyor da, kendisinden ayrılmalarına, midesinden çıkmalarına izin vermiyor gibi.
"Müstakîm" ise, ayağının üzerine dikilip kendine ve kendisiyle ilgili şeylere egemen olmak isteyen kimsedir. İşinin idaresini ele alan kimse gibi. Sonuç itibariyle "müstakîm", durumu ve konumu değişmeyen, demektir. Buna göre, "sırat-ı müstakîm", izleyicisini amacına ve maksadına ulaştırmaktan geri kalmayan hedefe ulaştırıcı yoldur. (1:6)
İMAN : İman, inancın kalbe yerleşmesi demektir. Bu kelime, güven anlamına gelen "emn" kökünden türemiştir. Sanki mümin, inandığı şeyi kuşku ve kuruntuya karşı korumaya almakta, güvende kılmaktadır.(2:3)
RAĞAD : "Rağad" kelimesi, afiyet ve hoşça geçinme, hayat sürme demektir. Araplar, “erğad'el-kavmu mevaşiyehum" derler. Yani sürülerini diledikleri gibi otlasınlar diye serbest bıraktılar. "Kavm'un rağadun" veya "nisâun rağadun" derler. Bununla, bir topluluğun veya kadınların rahat ve bolluk içinde bir hayat sürdürdüklerini vurgulamak isterler. (2:35)
TELAKKA : "Telekka" kelimesi, sözü derinden kavrayarak algılamak demektir. (2:37)
AHİD : 1- "Ahid" kelimesi, köken olarak "korumak" demektir. Bu köken anlamından hareketle birçok anlam da kullanılmıştır. Sözleşme, antlaşma, yemin, vasiyet, buluşma ve konaklama gibi. (2:40)
2- Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Ahd; bir şeyi sürekli ve her durumda korumak ve gözetmek demektir." Bu yüzden fermanlar, şer'î yükümlülükler, verilen görevler için kullanıldığı gibi sözleşmeler, antlaşmalar, adak ve yeminler için de kullanılmıştır.(6:152) (Cilt 7)
REHBE : "İrhebû" fiilinin kökü olan "er-rehbe" kelimesi, "korku" demektir ve bunun karşıtı "er-rağbe"dir. (2:40)
İSTİANE : "İstiane" kelimesi, yardım istemek demektir. Bu istek ise, ancak insanın tek başına üstesinden gelemediği görevler ve karşısında duramadığı felaketler açısından söz konusu olabilir. Çünkü, gerçekte Allah'tan başka yardım edebilecek kimse yoktur. (2:45)
ŞEFAAT : Dayanışma ve toplumsal hayattan edindiğimiz anlayışla bildiğimiz anlamıyla "şefaat" kısaca, maksatlarımıza ulaşmak, hayatımızdaki ihtiyaçlarımızı karşılamak amacıyla kullandığımız yöntemlerden ve baş vurduğumuz yollardan
biridir. Kelime itibariyle "tek" anlamına gelen "vetr"in karşıtı olan "çift" anlamındaki "şef'a" kökünden türemiştir. Sanki şefaat eden kimse, şefaat olunan kimsenin yanındaki eksik araca ekleniyor; böylece daha önce tek olduğu, elindeki aracın eksikliği ve yetersizliği için istediğine ulaşamayan, şimdi "çift" oluyor, istediğine daha rahat ulaşabiliyor. (2:48)
NEKAL : "Nekal" kelimesi, başkalarına ibret olsun diye, birine uygulanan küçük düşürücü ve onur kırıcı ceza demektir. (2:66)
ÜMMİ : "Ümmî" kelimesi, okur-yazar olmayan demektir. "Anne" anlamındaki "ümm"e mensupluğu ifade eder. Çünkü analık duygusallığı ve şefkati; çocuğu öğretmene gönderip onu eğitmesine elvermemiş dolayısıyla çocuk anasının verdiği eğitimle yetinmek durumunda kalmıştır. (2:78)
MUZAHARA : "Muzahara" kelimesi, yardımlaşma demektir ve "zahîr" de yardım eden, arka çıkan demektir. Bu kelimenin kökü "sırt, arka" anlamında "zahr"dır. Çünkü yardım insanın arkasından gelir. (2:85)
TAKFİYE : "Kaffeyna" fiilinin mastarı olan "takfiye" kelimesi, ardışık olarak getirme, birini diğerinin peşinden gönderme demektir. (2:87)
NEBZ : "Nebeze" kelimesinin kökü olan "nebz", atmak demektir. (2:100)
YETLU : "Tela/ yetlû" fiili, köken olarak "veliye/yelî/velâyet" köküne dönüktür. Bir şeye bir sıra dahilinde, bir parçasının, diğer bir parçasının ardından meydana gelmesi şeklinde sahip olmak demektir. (2:102)
KUNUT: "Kanitûne" isminin kökü olan "kunût" kelimesi, kulluk ve boyun eğme anlamına gelir. (2:116)
KAİDE : "Kavâid" kelimesi, "kâide"nin çoğuludur. Binanın yere oturan kısmı demektir. Geriye kalan duvarlar ona dayanırlar.(2:127)
MENASİK : "Menâsik" kelimesi, "mensek"in çoğuludur ve bu ya ibadet anlamına gelir. Nitekim şu ayet-i kerimede de bu anlamda kullanılmıştır: "Her ümmet için bir ibadet şekli belirlemişiz." (Hacc, 34) Veya "mensek" ibadet olarak gerçekleştirilen fiil anlamına gelir. Masdarın izafe terkibinde kullanılması eylemin
gerçekleştiğini ifade eder. (2:128)
İSTİFA : "İstafâ" fiili bir şeyin özünü almak, onu karıştığı başka unsurların arasından seçip çıkarmak demektir. (2:130)
RAĞBET : "Rağbet" fiili "an" edatı ile geçişli hâle getirildiği zaman, "yüz çevirme, nefret etme, kaçınma" anlamını ifade eder. Bu fiil "fî" edatı ile geçişli hâle getirilince de, "isteme ve meyletme" anlamını ifade eder. (2:130)
İSLAM : İslâm, istislâm ve teslim kelimeleri, aynı anlamı ifade ederler ve "silm" kökünden türemişlerdir. İki şeyden biri ötekisine isyan etmez, onu reddetmez konumda ise ona islâm olmuş/istislâm etmiş/teslim olmuş demektir. (2:131)
SUFEHA’ : 1-"Sufehâ" kelimesinin kökü olan "sefahet", akıl tutarsızlığı ve görüş dengesizliği demektir.(2:142)
2- "sufeha" kelimesinin kökü olan "sefeh" kelimesi, akıl hafifliği demektir. Öyle sanıyorum ki asıl anlamı, hafif olması normal olmayan şeylerin hafifliğidir. Buna örnek olarak "ez-zimam-us sefih= sefih dizgin" yani çok dalgalanan dizgin deyimi vardır. Ayrıca kötü dokunmuş anlamına gelmek üzere "sevb-un sefih=sefih elbise" denir. Fakat sonraları daha çok nefis hafifliği anlamında kullanılmıştır ve maksatlara göre anlam farklılığı göstermiştir. Meselâ dünya işlerinde ağırlıklı görüşü olmayanlara 'sefih' dendiği gibi fasıklar ve dinî kuralları umursamayanlara da "sefih" denmiştir. Buna benzer ayrı kullanımları da vardır.(4:5)(cilt 4)
ŞAHİT: 1- Bu ifadenin kullanıldığı yerlerde, yönelik olduğu gerçek son derece belirgindir. Nitekim ulu Allah öyle buyuruyor: "Her bir ümmetten şahit getirdiğimiz, seni de bunlara şahit olarak getirdiğimiz zaman hâlleri nice olacak?" (Nisa 41) "Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz gün, artık ne inkâr edenlere izin verilir, ne de özür dilemeleri istenir." (Nahl, 84) "Kitap kondu, peygamberler ve şahitler getirildi." (Zümer, 69) Bu ayetlerdeki şahitlik mutlaktır. Tüm ayetlerin zahirî ifadeleri bu kavramın, ümmetlerin amelleri üzerinde şahitlik etme anlamında kullanıldığını göstermektedir. (2:143)
2- "Şüheda" kelimesi amellerin şahitleri demektir. Bu kelimenin "savaş alanında öldürülenler" anlamında kullanıldığına Kur'an'da rastlanmaz. Bu sonradan geliştirilmiş İslâmî terimlerden biridir. Nitekim aşağıdaki ayette bu kelime,
vurguladığımız anlamda kullanılmıştır: "Böylece biz sizi orta yolda bir toplum yaptık ki, insanlara şahit olasınız..." (3:140) (cilt 4)
TEZKİYE : "Tezkiye", temizleme, yani kirlerden ve pisliklerden arındırma demektir. Dolayısıyla şirk ve küfür gibi bozuk inançlardan, kibir ve kendini beğenmişlik gibi düşük karakterlerden, adam öldürme, zina etme ve içki içme gibi kötü amellerden arındırma bu kavramın kapsamına girer. (2:151)
SAFA : "Safâ" sözlükte, düz ve sert taş anlamına gelir. (2:158)
MERVE : "Merve" , sert taş, demektir. (2:158)
ŞEAİR : "Şeâir" kelimesi, "şaire" nin çoğuludur ve işaret anlamına gelir. "Meş'ar" da bu kökten türemiştir. "Eş'are'l-hedye" (yani, kurbanlığı işaretledi) sözü de buradan gelir. (2:158)
TAVAF : "Tatavvuf" kelimesi, "tavaf"tan türemiştir ve bir şeyin etrafında dönmek anlamına gelir. Kişinin yürüyüşe başladığı noktaya geri dönmesi şeklinde gerçekleşir. Bundan dolayı bu hareketin illada bir şeyin etrafında gerçekleşmesi zorunlu değildir. Bir şeyin etrafında olması, sadece onun zahirî bir alametidir. (2:158)
TATAVVU : 1- "Tatavvu'" kelimesi, "tav'" kökünden gelir ve itaat anlamında kullanılır. Bazılarına göre tatavvu' itaatten farklıdır ve özellikle müstehap durumlar için kullanılır. İtaatte ise böyle bir şey söz konusu değildir. Büyük bir ihtimalle eğer bu yaklaşım doğruysa bu ayrımın nedeni farz nitelikli amellerin zorunlu olarak yapılması söz konusu olduğu için sanki gönüllü olarak yapılmıyormuş olmasıdır. Fakat müstehap durumlarda ise, fiil gönüllü olarak yerine getirilir. Yani bir zorlama söz konusu değildir. Ancak bu, zevkî anlayışa dayalı bir inceliktir. Yoksa "tav'" yani "gönüllülük" deyiminin karşıtı "kerh" yani "zorlama"dır ve bu uyulması zorunlu olan durumlar açısından bir olumsuzluk ifade etmez. Nitekim bir ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ona ve yeryüzüne, 'İsteyerek veya istemeyerek (tav'an ev kerhen)gelin.' dedi." (Fussilet, 11) İfadenin kalıbı "tefe'ul" babıdır ve kendiliğinden başlamak anlamını ifade eder. Örneğin, "temeyyeze" kelimesi "ayrılmaya, temayüz etmeye başladı." demektir. "Tealleme" kelimesi "öğrenmeye başladı.", "tetavvaa" kelimesi "kendi isteği ile bir hayır işledi." demektir. Dolayısıyla dilbilgisi açısından "tatavvu'"
fiilinin müstehap durumlar için kullanıldığına ilişkin bir kanıt yoktur. Ancak, değindiğimiz gibi geleneksel bir eğilim, böyle bir hususu gerekli kılıyor. (2:158)
2- “Tatavvu” kelimesi “et-tav” kelimesinin “tefe’ul” kalıbına uyarlanmış türevidir.İsteksizliğin karşıtıdır. Bir işi gönül hoşluğuyla ve isteyerek yapmak demektir. Gramerde “ tefe’ul” kalıbı, alma kabullenme anlamını ifade eder.Buna göre “tatavvu” kelimesi, bir fiili gönül hoşluğuyla, isteyerek, yüksünmeden, yüzünü ekşitmeden gerçekleştirmektir. Bu fiilin zorunlu nitelikli olup olmaması önemli değildir. “Gönülden yapma” kavramının kullanım olarak müstehap ve mendup nitelikli fiillere özgü kılınması, Kur’an’ın inişinden sonra gerçekleşmiştir. Bunun nedeni ise Müslümanlar arasında, gönülden yapılan işlerin mendup olduğuna ilişkin bir kannatin yaygınlık kazanmış olmasıdır. Bu kanaate göre; vacip nitelikli fiillerde bir parça zorlama vardı, çünkü burada zorunluluk unsuru ön plandaydı. (2:184) (cilt 2)
AHAD : Bir "şey" kimi zaman zatı itibariyle "bir" olarak nitelendirilir. Bu, zatın bizzat çoğalma ve bölünme kabul etmemesidir. Yani böyle bir zat parçalara ayrılmaz, isim ve zat, zat ve sıfat olarak bölünmez. Bu tür bir "birlik", "zatın tekliği" (ahadiyet) olarak isimlendirilir. Bu anlamı ifade için de Arapça'da "ahad" yani (tek) kelimesi kullanılır. Ki bu kelime izafet terkibi ile kayıtlandırılmadığı sürece kullanılmaz. Fakat, olumsuzluk, nehiy ve bunlara benzer durumlar karşısında kelime yalın olarak kullanılabilir. Söz gelimi, "Mâ câenî ahadun=bana hiç kimse gelmedi." dediğimizde, burada bir olsun, çok olsun zat, temelden yok sayılıyor. Çünkü ifademizdeki "birlik" zatın özüne aittir, herhangi bir sıfatından değil. ""Mâ câenî vahidun=bana bir kişi gelmedi." cümlesinde ise durum farklıdır. Bu söz, iki veya daha çok kimsenin gelmesi ile yalanlanmaz. Çünkü, ifadedeki "birlik", gelen kimsenin niteliği ile ilgilidir. Kastettiğimiz, bir adamdaki "adamlık" sıfatıdır. (2:163)
TESHİR : "Musahhar" kelimesinin mastarı olan "teshir" bir şeyi zorla ve alçaltarak işinde kullanmak demektir. (2:164)
AKIL :1-"Akıl" kelimesi "akale/ya'kilu" fiilinin mastarıdır ve bir şeyi kavramak, eksiksiz anlamak demektir. Akıl ismi de buradan gelir. Çünkü insan bunun aracılığı ile yapıcı ve yıkıcıyı, hak ve batılı, doğru ve yalanı birbirinden ayırır. Bu, algılayıcı insanın nefsi ve özgüdür. Yani belleme ve görme yeteneği gibi nefsin
ayrıntı niteliğindeki bir yeteneği değildir. (2:164)
2- “Akıl” kelimesinin asıl anlamı, bağlama ve tutmadır.İnsanın idrak ve kavrayışına da akıl denmiştir. Ki bağlanıp tutulma işlemi akıl olarak nitelendirilmiştir. İnsanın idrak ettiği şeylere, iyiyi, kötüyü, hakkı,batılı ayırt etmesini sağlayan tek güç olduğuna inanılan melekeye de akıl denmiştir. Bunu karşıtıda çeşitli bağlamlarda delilik,aptallık,ahmaklık v cehalettir.(2:242)(cilt 2)
HELAL : 1-Helâl, işlenmesi yasak demek olan haramın karşıtıdır. Aynı kökten olmalarına rağmen "el-hill" kelimesi, "hurmet" yani haramlığın; "hill" kelimesi, "harem" yani Mekke ve etrafından belirli bir sınır; "el-hall" kelimesi,"akd"in yani düğümün karşıtı olarak kullanılır. Bu kavram bunların tümünde bir şeyin fiil ve eserinde serbestliğini ifade eder. (2:168)
2- “İhlal” kavramı,izin verme anlamına gelir. Kelimenin aslı ” el-hill” dir . Ve akdin,düğümlemenin karşıtıdır. (2:187)
TAYYİB: 1- Temiz, (et-tayyib) deyimi, pis (el-habis)in karşıtıdır. İnsanın nefsine veya herhangi bir tabiata uygun düşen şey anlamındadır. Tayyib söz, kulağa hoş gelen, dinlenebilen söze tayyib koku, koklama organının hoşuna gidene, tayyib mekân ise içine yerleşen kişiye uygun gelen bir mekâna denir.(2:168)
2- "Tayyibeten" kelimesi, tertemiz ve iyilik anlamınadır. Bir şeyin iyi olması, kişinin kendisiyle ilgili beklentilerine uygun olması demektir. Sözgelimi iyi şehir; suyuyla, havasıyla ve yiyecekleriyle halkının beklentilerine cevap veren şehirdir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Güzel şehrin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar." (A'râf, 58) İyi yaşam, iyi hayat, bazı yönleri diğer bazı yönleriyle uyumlu olan ve sahibinin kalbine sükunet bahşeden yaşayış anlamında kullanılır. Hoş ve temiz kokuya da bu sıfatın yakıştırılması, "tîb=temiz" adı verilmesi bu yüzdendir. Dolayısıyla tertemiz ve iyi soy deyimi ile babası için yapıcı ve salih niteliklere sahip evlat kastedilir. Sıfat ve özelliklerinin babasının kendisiyle ilgili beklentilerine uygun olması yâni.(3:38)(cilt 3)
HUTUVAT : İfadenin orijinalinde geçen "hutuvat" kelimesi, "hutva"nın çoğuludur ve yürümekte olan bir kimsenin iki ayağının arasındaki mesafe demektir. Bazıları bu ifadeyi "hatavat" şeklinde okumuşlardır. Bu ise, "hatva"nın çoğuludur ve "bir defa" demektir. Şeytanın adımları, onun amacına uygun
düşen tavırlardır -şirke düşürüp saptırmak gibi-. Tıpkı yürüyen kişinin adımlarının amacı ve hedefi ile yakından ilgili olmaları gibi. Şu hâlde bununla şirke düşmeye ve Allah'tan uzaklaşmaya yol açan davranışlar kastedilmektedir. (2:168)
SU’ – FAHŞA : 1-"Es-Sû" kelimesi kötülük, insanın tiksindiği ve toplumsal çerçevede çirkin gördüğü şey demektir. Bu kötülük haddini aşıp kontrolden çıkınca "fahşa" yani hayâsızlık, aşırılık niteliğini alır. Zinanın "fahşa" olarak nitelendirilmesi bu yüzdendir. Fahşâ kelimesi, "serrâ ve "zarrâ" kelimeleri gibi mastardır. (2:169)
2- "Fahişe" kelimesi, kötü ve çirkin eylemler demektir. Yaygın olarak zina anlamında kullanılır. (3:135) (cilt 4)
NAİK : "Yen'iku" fiili, "naik" kelimesindendir ve çobanın sürüsünü engellemek amacıyla bağırmasına denir. Çoban sürüsünü bir yerden alıkoymak amacıyla bağırdığı zaman, Araplar "Neaka'r-raî bilganem/ yen'-iku naîken" derler. (2:171)
NİDA : "Nidâ" kelimesi, "nâdâ/ yunâdî/munâdâten" kelimelerinin köküdür ve dua yani "çağırma"dan daha özel niteliklidir. Çünkü bu ifadenin altında, "dua"nın aksine, sesi yükseltme ve benzeri bir anlam yatar. (2:171)
BİRR : 1- "Birr" bol hayır ve ihsan demektir. Bu kelimenin "berr" şeklindeki okunuşu sıfat-ı müşebbehedir. (yani bol hayırlı ve ihsan sahibi olan kimse). (2:177)
2- "El-Birr" hayır amaçlı fiillerde genişleme, yoğunlaşma anlamına gelir. Rağıp der ki: "el-Berr=kara", "elbahr=deniz"in karşıtıdır. Karadan ilk akla gelen genişlik ve uçsuz bucaksız oluşudur. Bundan da hayır amaçlı fiillerde genişlik" anlamında "el-birr" kelimesi türetilmiştir." "Hayır amaçlı fiil" derken, hakka inanmak ve temiz niyet beslemek gibi kalbî fiillerden veya Allah'a ibadet etmek ve O'nun yolunda infakta bulunmak gibi bedensel organların fiillerinden daha geniş, daha genel bir anlamı kastediyor. (3:92)(cilt 3)
KİBEL – KIBLE : "Kibel" kelimesi de yön anlamına gelir. Kıble kelimesi de bundan türemiş ve bir tür yön ifade eder. (2:177)
MİSKİN : Yoksullukta durumu fakirden daha kötü olan kimsedir. (2:177)
İBN-İ SSEBİL : "İbni'ssebil" ailesinden uzakta bulunan kimse
demektir. (2:177)
RİKAB : "er-Rikab" kelimesi, "rekabe"-nin çoğuludur ve kölelik anlamını ifade eder. (2:177)
BE’SA : 1- "Be'sâ" kelimesi, tıpkı "bu's" gibi mastardır ve felaket ve yoksulluk demektir. (2:177)
2- “el-be’sa” kelimesi nefsinin dışında olan mal,makam,aile ve güvenlik gibi yaşamının zorunlu ihtiyaçları ile ilgili olarak insanın karşı karşıya kaldığı zorluklar demektir. (2:214)
ZARRA : 1-"Zarrâ" kelimesi de tıpkı "zurr" gibi mastardır ve bir insanın hastalık, yaralanma, malını yitirme ya da evladının ölmesi şeklinde zarara uğramasını ifade eder. (2:177)
2- “Ed-darra” yaralanma, öldürülme ve hastalık gibi insanın nefsi ile ilgili zorluklar anlamına gelir.(1:214) (cilt 2)
BE’S : "Be's" , savaşın kızıştığı zaman demektir (2:177)
KISAS : "Kısas" kelimesi, kâsse/yukâssu" fiilinin mastarıdır. Yani, bir şeyin ardından gidip sonuçlarını takip etmek demektir. "Kassas" da bu kökten türemiştir ve eski eserleri ve hikayeleri anlatan demektir. Böyle biri, geçmiş toplulukların yollarını izlemiş gibi değerlendirilir. Kısas'ın da bu ismi almış olması, cinayeti işleyeni izleyip onun başkasına yaptığını ona yapmak anlamından ileri geliyor. (2:178)
CENEF : "Cenef" kelimesinin anlamı "eğilim ve sapma"dır. Bazıları, "Bu kelime yani "cenef" iki ayağın dışa yönelik eğilimini ifade eder.Nitekim "henef" de ayakların içe doğru eğilimlerini ifade eder" demişlerdir. Her hâlükârda, bu ifadede kastedilen amaç, günaha eğilim göstermedir. Çünkü ifade "günah" kelimesi ile bağlantılı olarak kullanılmıştır. (2:182)
CİLT 2
SIYAM-SAVM : “Es-sıyam” ve “es-sevm” ;bir işten el çekme, onu yapmama anlamına gelen iki mastardır.”Yemek yemekten,içmekten,cinsel birleşmeden, konuşmaktan ve yürümekten kaçınmalı, bu tür işleri yapmamak” gibi … Denilebilir ki: Bu masdar (es-sevm=oruç) sadece nefisin istediği, canın çektiği şeylerden kaçınmak ve bunlardan sakınmak demektir. Daha sonra şer’i literatürde “bir niyete dayanarak güneşin doğuşundan batışına kadar belli şeylerden kaçınma”
anlamını ifade etmeye başlamıştır. (2:183)
İTAKAT: “Yutikune” fiilinin masdarı ”itakat” tır. O da bazılarının dediği gibi bir fiili gerçekleştirmek için tüm gücü sarfetmek demektir.Bu da fiilin bir çabayla ve meşakkatle gerçekleşmesini gerektirir.(2:184)
İNZAL-TENZİL: “İndirme” kelimesinin orjinali “en-nuzul”, bir yere yukarıdan inmek demektir.Bu kelimenin türevleri olan “inzal” ve “tenzil” kelimeleri arasında fark vardır. İnzal, bir kerede gerçekleşen inişi ifade eder. Tenzil ise peyderpey ve tedrici inişi anlatan bir kelimedir.(2:185)
ŞAHİD: Şahid olma kavramı, bir olguya ilişkin bilgiye sahip olmakla birlikte onda hazır olma anlamını ifade eder.(2:185)
DUA : “Ed-dua” ve “ ed-dave” (çağıma ve dua etme) masdarları, çağrılanın nazarını çağıran yöneltme anamını ifade eder. (2:186)
SUAL: “Es-sual” (isteme) istenenden bir yarar veya fazla hayır sağlamak demektir. (2:186)
İTİKAF: “El-ukuf” ve “el-itikaf” devam etmek anlamına gelen masdarlardır. İtikaf kavramı, kök itibariyle bir yerde devamlı ikamet etmek demektir. İslam literatüründe itikaf, özel bir ibadetin adıdır. Bu ibadetin bir şartı, mescide sürekli oturmak ve ancak bir mazeret için dışarı çıkmaktır.Bu arada oruç tutmak da gerekir. (2:187)
HAD: “Had” kelimesinin kökeninde “menetme” anlamı yatar. Bu kelimenin tüm kullanımları ve tüm türevleri bu köke dönüktür. Hadd-us seyf= kılıcın keskinliği, hadd-ul fucur= günahlardan dolayı uygulanan had cezası, hadd-ud Dar= evin sınırı, hadid=demir veya keskin gibi. Sınırlara yanaşmaya ilişkin yasak içeren ifade, bu sınırları çiğnemekten, onları aşmaktan kinaye olarak kullanılmıştır.(2:187)
MAL: Mal, mülk edinilmesine meyl gösterilen her şeye denir.Ve öyle sanıyorum ki “el-meyl” masdarından türetilmiş bir isim olarak değerlendirilebilir.Çünkü kalp mala meyleder. (2:188)
İDLA: “Tudlu” kelimesinin masdarı olan “el-idla” deyimi su çekmek amacı ile kovayı kuyuya salmak demektir.Bu deyimle, kinaye sanatı uyarınca, rüşvet verenin isteği doğrultusunda hükmetmeleri için hakimlere mal peşkeş çekme eylemi anlatılmıştır. Kuşkusuz, ilginç olduğu kadar latif bir kinayedir
bu.Orjinal kullanımda, rüşvet aracılığı ile hakimlerden istenen hükmün verilişi, bir kimsenin kovasını salarak yukarı çekmek istediği kuyudaki suya benzetilmiştir. (2:188)
HİLAL: Hilal kelimesi doğum sırasında çocuğun ağlayışını veya çığlık atışını ifade etmek için kullanılan “istehalle’s sebiy” deyiminden alınmıştır. Arapların, hacc yapan insanların “telbiye” getirirken seslerini yükseltmelerini ifade etmek için “ehalle’l- kavm” demeleri de bu isimlendirmeye esas oluşturur. Dolayısıyla ayın ilk göründüğü gece onu görenlerin bunu ilan etmeleri için bağrışmaları yüzünden ay’a hilal adı verilmiştir.(2:189)
FİTNE: 1- Fitne,bir şeyin durumunu sınama,denem amacı ile kullanılan araç demektir. Bu yüzden imtihan ve sınamaya ve bu anlamın genelde kendisinde barındırdığı, sapıklık ve şirkin cezası olan şiddet ve azaba da bu ad verilmiştir. (2:191)
2- “Fitne" kelimesinin birbirinden farklı birçok anlamı vardır. Ancak Kur'ân'ın genel yaklaşımı, kâfirlerle müşriklere izafe edilerek mutlak şekilde kullanılması, öldürme, dövme ve yaralama gibi işkence türlerini ifade etmesi yönündedir.(4:101) (cilt 5)
HÜRMET: “El-hurumat” hürmetin çoğuludur. Saygınlığı ayaklar altına alınması yasak olan, saygı gösterilmesi ve gözetilmesi gereken şey demektir.(2:194)
HEDYU: “El-hedyu” , kişinin yaklaşma amacıyla bir başkasına ya da tapınma mahalline sunduğu hayvan demektir.Aslı ise “el-hedyetu” yani armağandır. Yada hidayet anlamına gelen “el-hedyu” dur. Bu durumda maksada sevketme anlamı esas alınmış olur. “el-hedyu” ve “el-hedyetu” , “et-temru”=hurma cinsi ve “et-temretu” bir hurma gibi cinsi ve birliği ifade etme açısından farklılık kazanırlar.”el-hedyu” ifadesi, insanın hacda kurban edilmek üzere, kurban mahalline sevkettiği hayvanlar anlamında kullanılmıştır. (2:196)
ZELZELE-ZİLZAL: Sarsıntı demek olan bu ifadenin aslı “zelle” dir. Yani tökezleyip düştü. Bu kelimede bulunan tekrar manada olan tekrarı ifade etmek içindir. Öyle ki yer,sarsıntı esnasında tekrar tekrar düşüyor sanki. Bu tarz kullanışın arapçada diğer bir çok örneği de vardır: sara-sarsara,salla-salsala,kebhe-kebkehe gibi. Bu ayette geçen zilzal=sarsıntıdan maksat büyük
acı duyma ve dehşete kapılmadır.(2:214)
KERİH: Bu kelime “kurh” şeklinde telaffuz edildiği zaman, insanın doğal olarak veya başka bir şekilde kendi içerisinde algıladığı meşakkat,sıkıntı anlamını ifade eder.”kerh” şeklinde telaffuz edildiğinde ise dışarıdan kendisine yüklenen meşakkat,sıkıntı anlamına gelir.Başka bir insanın,istemediği nefret ettiği bir şeye onu zorlaması gibi.(2:216)
HABT: “Habt” amelin boşa gitmesi, etkisinin yok olması demektir.Bir görüşe göre; bu kelimenin aslı “habat” tır. Ve hayvanın çok yiyerek karnının şişmesi ve bunun sonucunda da çatlayıp gitmesi demektir.(2:217)
HAMR: “Hamr” , sarhoşluk yapması için imal edilen her türlü içkiye denir. Kelimenin esası örtmedir.Aklı örttüğü, güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırt etmesine engel olduğu için bu şekilde adlandırılmıştır. Araplar kadının başörtüsüne de “hımar” derler. “hamertu’l inae”=kabın kapağını örttüm. “ahmertu’l acin”= hamura maya kattım. Hamur mayasına “hamire” denilmesinin sebebi önceden yoğrulması, sonra üzerinin örtülmesidir. (2:219)
MEYSİR: “El-meysir” kelimesi, sözlükte “kumar” anlamına gelir. Kumar oynayan kimseye “yasir” denir. Bu kelimenin de asıl anlamı “kolaylık” tır. Kumarın böyle adlandırılmasının sebebi, herhangi bir yorgunluk, emek ve çalışma söz konusu olmaksızın başkasının malını elde etmesidir.Araplar, daha çok bu ismi özel bir kumar oyunu için kullanırlardı.Şans okları çekme şeklinde oynanırdı. Ayrıca bu oyuna “ezlam” ve “aklam” da derlerdi.(2:219)
İSM: “İsm” kelimesi,”zenb=günah” kelimesine ve anlam olarak ona benzeyen başka kelimelere yakın bir anlam ifade eder. “İsm” bir durumdur. Bir şeyde veya akılda baş gösteren bu durum, insanın hayırlara ulaşmasını geciktirir. Dolayısıyla, peşinden mutsuzluk ve başka alanlarda yoksunluk gelen bir günahtır bu. İçki ve kumar hayatı başka alanlarındaki mutlulukları bozarlar. Bu bakımdan hem içki hemde kumar, bu şekilde değerlendirilebilir. (2:219)
EZA: “Eza” deyimi, söylendiğine göre “zarar” demektir. Ne var ki, bu değerlendirmenin doğrulupu kuşkuludur. Çünkü eğer “eza” , “zarar” ın kendisi olsaydı, “yarar” la karşılaştırılması doğru olurdu. Nitekim “zarar” da “yarar” ın karşıtıdır. Ama bu
yaklaşım doğru değildir. Mesela ”zarar veren hastalık” yerine “eza veren hastalık” deyimi kullanılmaz. Çünkü “eza veren hastalık” denilirse, bu başka bir anlamı ifade etmiş olur. Aynı şekilde yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Onlar size ezadan başka kesinlikle bir zarar veremezler.” (3:11) Eğer : “Onlar size zarardan başka bir zarar veremezler” denilecek olursa ifadenin bozuk lduğu açıktır. Kaldı ki ezanın zarar anlamına geldiği şu ayetlerde de pek belirgin değildir.“Gerçek şu ki Allah’a ve elçilerine eziyet edenler…”(33:57) “Benim sizin için Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğum bildiğiniz halde bana niçin eziyet ediyorsunuz?” (61:5) Görülen şu ki “eza” bir şeye arız olmuş ve onun doğasıyla uyuşmayan şey anlamına gelir ki, bir açıdan “zarar” anlamı ile de uyuşuyor görünmesi bu yüzdendir. (2:222)
İ’TİZAL: “İ’tizal” fiili bir yana çekilmek, yakın ilişkiler kurmaktan kaçınmak demektir. Araplar:” a’zeltu nasibehu” derler.Yani:onun payını belirledim, bir kenara koydum, onunla diğer payları birbirinden ayırdım. (2:222)
URDATU: “El-urdatu” , “el-ard” kökündne gelir ve bir şeyi birine işine gelip gelmediğini ve neticede isteyip istemediği öğrenemek maksadıyla kendisine sunmak demektir.Bir malı satışa sunmak, bir evi konaklamya açmak ve bir yiyeceği sunmak gibi. Kelimen asıl manası bundan ibarettir. Fakat yolda karşılaşılan engel veya okların hedefi gibigidip gelen şeylerin karşısına dikilen şeyler anlamında kullanılan “el-urdatu” engellerin çokluğunu ifade eder. Bunu gibi daha bir çok değişik anlamda kullanılır. Bu anlamlar, kullanıldığı yere göre belirginlik kazanır. Ancak kelimenin asıl anlamı ile bir bağlantısı yoktur ve sonraları bulunmuştur.(2:224)
YEMİN: “Eyman” kelimesi “yemin” in çoğuludur. Ve and içme anlamına gelir; “sağ” el anlamındaki “yemin” den türemiştir. Çünkü Araplar içinde and içme, anlaşma ve alış-veriş yapmada, sağ ellerle musafaha yapılır.(2:224)
KESB: 1-“Kesb”=kazanç” bir sanat veya bir mesek aracılığı ile çalışıp mebfaat celpetmek demektir. Kelimenin asıl anlamı insanın maddi ihtiyaçlarını giderecek şeyleri elde etmedir. Zamanla insanın herhengi bir ameli ile edindiği kayır ve şer gibi her türlü sonuş için kullanılır olmuştur. Güzel ahlak ve hizmetler sonucu övgü,şan ve iftihar kazanma; uygun davranışlar sonucu güzel ahlak ve faydalı ve faziletli ilim sahibi olma; bir takım davranışlar aracılığı ile kınama, yergi, lanet,srezeniş,günah ve
kötülük gibi… Kesb ve iktisabın anlamı budur. Bazılarına göre,iktisab;kişinin herhangi bir mebfaati kendi nefsi için kazanması, kesb ise; hem kendi nefsi, hemde başkası için kazanması demektir.Kölenin efendisi için velinin velayeti altında bulunan kimseler için menfaat kazanması gibi. Her halukarda kasib ve muktesib (kazanan,iktisab eden) insanın kendisidir başkası değil. (2:225)
2- "İktesebû" kelimesinin kökü olan "iktisab =kazanma"dan maksat, bir tür toplama ve kendine özel kılmadır. İster bu anlam, iradeye bağlı bir çalışma yolu ile gerçekleşsin -herhangi bir sanat veya meslek yolu ile bir şey kazanmak gibi- isterse de böyle olmayıp ayrıcalığa sahip olan kişinin taşıdığı bir nitelik sonucu meydana gelsin; insanın, belirli bir paya ve hakka sahip olmasını gerektiren erkeklik veya kadınlık niteliği ile donanmı olması gibi. Dil bilginleri her ne kadar "kesb=toplamak, kazanmak" ve "iktisab =kazanmak" kelimelerinin "talep=bir şey peşinde koşmak" ve benzeri sözcükler gibi, insanın iradeye dayalı çalışma sonucunda sahip olduğu şeyleri ifade ettiklerini söyleseler de "kesb" kelimesinin asıl anlamının bir şey toplamak olduğunu da sözlerinde belirtmiştirler. "Falanca, güzelliği sayesinde şöhret iktisap etti (kazandı)." demek veya bunun gibi bir söz söylemek de caiz görülmüştür. Bazı tefsirciler bu ayetteki "iktisab" kelimesini böyle tefsir etmişler. Bizce de ayetteki "iktisab" kelimesinin, benzetme ve istiare yolu ile söylenen anlamda kullanılmış olması uzak bir ihtimal değildir. (4:32) (cilt 4)
İLA: “Yu’lune” kelimesi “iyla” masdarının “if’al” babının muzari (gelecek) zaman çekimidir. Kökü “eleye” dir ve “yemin” anlamına gelir. Şer’i litaratürde ise, kocanın öfkelenerek ve zarar verme amacı ile karısı ile birleşmemeye yemin etmesi anlamında kullanılır.(2:226)
KUR’U-KIRAAT: “Kuru” kelimesi “el-kur’u” kelimesinin çoğuludur. Hem aybaşı hali hem aybaşı halinden temizlenme anlamında kullanılır. Dendiğine göre bu kelime zıt anlamlıdır. Şu kadatı varki “kur” kökünün asıl anlamı “toplanma” dır.Ama her toplanma değil. Ardında başkalaşmayı ve farklılaşmayı doğuran toplanma…Bu bakımdan, kelimenin aybaşı halinden temizlenme anlamında kullanılmış olması ihtimali daha belirgindir. Bunu nedeni temizlenme halinde kanın rahimde toplanmasının sözkonusu olmasıdır. Sonra aybaşı hali için kullanılmıştır.Bunu nedeni de bu durumda kanın toplandıktan sonra dışarı atılmasıdır.Bu itibarla harflerin toplanmasına ve okuma aracılığı ile dışarı dökülmesine de “kıraat” denilmiştir.Dilciler “kıraat” kelimesinin “toplanma” anlamına geldiği hususunda görüş birliği içindedirler.(2:228)
TESRİH: “Et-tesrih” kelimesi, kök olarak hayvanı otlamada serbest bırakma anlamını ifade eder. “sarahtu’l ibile= deveyi saldım ki gidip kızıl ağacın meyvesini yesin.” Kızıl ağaç (serh) meyvesi develer tarafından yenen bir ağaçtır. Ayet-i kerimede kadının boşanma sırasında beklme süresi içinde geri alınmaması, bu süre dolana kadar serbest bırakılması anlamında kıllanılmıştır. (2:229)
HATB - HATiB: “El-hitbetu” kelimesi”hatb” kökünden gelir ve “karşılıklı konuşmaya tekrar dönmek” anlamına gelir. “hatab’el mer’ere hitbeten” yani “kadınla evlenme hususunda konuştu” Bu amaçla konuşmayı gerçekleştirene “hâtib” denir “hatîb” değil. Bir topluluğa konuştu ve onlara huybe okudu, özellikle va’az nitelikli konuşma yaptı anlamına gelir. Evlenme amacıyla konuşan kimseye “hâtib” denir. Çoğulu da “huttab” kelimesidir.Vaaz nitelikli konuşma yapan kimse hakkında “hatîb” kullanılır.Çoğulu ise “hutabâ” dır.(2:235)
İKNAN: “El-İknan” “kenn” kökünden gelir ve örtme anlamını ifade eder. Ancak “iknan “özellikle insanın bir şeyi kendi içinde gizlemesi anlamında kullanılır. “gönlünüzde sakınmanız…” iadesinde olduğu gibi.”kenn” kelimesi çanta,elbise, yada ev gibi şeylerin içinde gizlenen şeyler için kullanılır.Şu ayetlerde olduğu gibi: ”sanki onlar saklı yumurta gibi.”(saffat 49) “sanki saklı inciler gibi” (vakıa 23)
Bu bakımdan incelediğimiz ayet-i kerimede;evlenme isteğini kadınlara sezdirmenin ya da bu istekle ilgili bir duyguyu gönülde saklamanın herhangi bir sakıncasının olmadığı vurgulanıyor. (2:235)
AZİM: “Azim” bir şeyi yapmaya yönelik kalbi kararlılık ve akit demekir.Tamamen iptal edilmediği sürece bir hükmü, etkisinde en ufak bir gevşeklik meydene geirmeyecek şekilde sağlamlaştırmak anlamına gelir.(2:235)
AKD: 1-“El-ukdetu” kelimesinin kökü “el-akdu” dur ve bağlamak anlamına gelir. Ayette evlilik sözleşmesi, birbirine bağlanarak bitişik bir tek ip haline gelmiş iki ipin düğümlenmesine benzetilmiştir.(2:235)
2- "Ukûd" kelimesi, "akd" kelimesinin çoğuludur. İki şeyden
birini diğerine ayrılması zor olacak şekilde bağlama, düğümleme demektir. Bir ipi ya da bir halatı başka bir ipe veya halata bağlama gibi. Bu, iki şeyden birinin diğerinden ayrılmamasını, ondan kopmamasını gerektirir. Bu ifade, Araplar arasında, önceleri somut olgularla ilgili olarak kullanılırdı. Daha sonra istiare yöntemiyle, soyut olguları da kapsayacak şekilde genelleştirildi. Söz gelimi alış veriş, kiralama vb. gibi günlük işlemlerle ilgili antlaşmalar ve yine her türlü antlaşma ve sözleşmeler de bu kavramla ifade edilir oldu. Bu kavramın söz konusu soyut olgular için kullanılması, "düğümlemek ve bağlamak" anlamının gereği olan "ayrılmazlık ve kopmazlık" niteliğinin bu tür olgularda mevcut olmasından kaynaklanmıştır. Akit (sözleşme, ahitleşme), Allah'ın kullarından aldığı tüm dinsel misakları karşılayan bir ifadedir. Tevhit ve diğer temel öğretileri, kulluk kastıyla yapılması gereken amelleri, ilk defa konulan yasaları ya da sürdürülmesi öngörülen kuralları ve bu kapsamda insanlar arasında yapılan muamele ve diğer akitleri, kısacası dinde temel (rükün) olan ve temel olmayan bütün prensip ve parçaları bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan ayette, "el-ukûd" kelimesi, yani başında "el" takısı bulunan çoğul bir kelime kullanılmıştır. Bundan dolayı, ayette geçen akitler ifadesinin akit denebilecek her şeyi kapsayacak genellikte algılanması daha uygundur. (5:1) (cilt 5)
ZANN: Kesinlik düzeyinde olmasa bile ağır basan doğru, kabul etmek demektir.
HİSBAN: Hesab etmenin zanni kavrayış anlamında kullanılışı istiare tarzına giriyor gibidir.
ŞUUR (FARKINA VARMA): İnce kavrayış demektir. Aslı “şa’r=saçteli” dir. Saç telinin inceliğine benzetilmiştir. Daha çok somut şeyleri kavrama anlmaında kullanılır, soyut şeyleri değil. Bu yüzden belirgin duyu organlarına “meşair” adı verilmiştir.
ZİKİR (HATIRLAMA): Zihinde kayıtlı bulunan bir şekli,kavrayışın dışına kaybolduktan sonra yeniden canlandırmak ya da kavrayışın dışına çıkmaması için korumak.
İRFAN VE MARİFET: Kavrama gücü etkisiyle oluşan bir sureti, zihinde kayıtlı bulunan surete uyarlama işklemidir.Bu yüzden:”marifet ve irfan, önceki bilgiden sonra oluşan kavrayıştır” denmiştir.
FEHM (ANLAMA): Zihin dışındaki objeler dünyasında yer alan bir sureti kendi içine nakşetmek suretiyle,dış dünyadan aldığı bir tür etkilenme.
FIKIH (DERİN ANLAMA): Zihnin kendisine nakşedilen sureti kabulde ve tasdikde süreklilik kazanması işlemi
DİRAYET: Zihin içi suretin kabul görüş ve tasdik edilişinin ileri düzeye varması. Bilinen şeyin özelliklerinin, gizli yönlerinin ve ayırıcı niteliklerinin kavranışı. Bu yüzden adı geçen kavrami bir işi büyütme önemini vurgulama anlamında kullanılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Elbet gerçekleşecek olan .Nedir o muhakkak gerçekleşecek olan? O gerçekleşcek olanı sana bildiren nedir?” (Hakka 1-3) “Gerçek şu ki, Biz onu Kadir gecesinde indirdik.Kadir gecesinin ne olduğunu sana bildiren nedir?” (Kadir 1-2)
YAKİN: Zihinsel kavrayışın yok olmayacak ve gevşemeyecek şekilde güçlenmesi, sağlamlaşması.
FİKİR (DÜŞÜNME): Konuya ilişkin mechul noktaları rtaya çıkarmak amacıyla zihinde mevcut bulunan bilgileri tekrarlama ve gözden geçirme işlemi.
REY (GÖRÜŞ): Düşünüp taşınma işlemi sonucu varılan tasdik düzeyi.Ancak bu kavram genellikle yapılması ve yapılmaması gereken şeylere ilişkin pratik bilgiler bağlamında kullanılır.Evrensel olgulara yönelik teorik bilgiler düzeyinde kullanıldığında pek rastlanmaz.Basiret (önsezi) ve fetva (çıkış yolu) gösterme ve kavl (deyiş) kavramları da buna yakın bir anlam ifade etmektedir. Şu kadar var ki bu anlamda (düşünce sonucu varılan tasdikle) ilintili olarak “kavl” kavramını kullanılışı “lazım=gerekn” in “melzum=gerekiren” yerine geçmesi türünden bir istiare örneğidir. Çünkü bir şey hakkında söz söylemek ( kavl) o sözün içerdiği şeylere inanmayı gerektirir.
ZANN (İDRAK): Zihin içi bir suret olarak tasdik anlamını ifade eder.Sözkonusu tasdikğin tercihe dayanması (zann olması) yada kesinin olması arasında bu açıdan bir fark olur.
İLİM (BİLME): Dah önce de söylediğimiz gib aksine ihtimal bulunmayan kavrayış demektir.
HIFZ (KORUMAK): Zihin içine bilinen biçimin değişimine ve dönüşümüne uğrayacak şekilde zihinde korunması zapt edilmesi.
HİKMET: Zihin içinde ilmî bir suretin sağlamlığı, dayanıklılığı yönü.
HUBRET( HABERDAR OLMA): Zihin içindeki bilgi biçiminin, öncüllerinden hangi sonuçların çıkacağını bilecek düzeyde bilen kişiye açık olması,onun tarafından kuşatılmış olması.
ŞEHADET (ŞAHİD OLMA): Bir şeyin kendisine ve özüne ulaşma.Onu somut somut şeylere olduğu gibi duyu organlarıyla ya da bilgi, irade,sevgi, nefret gibi Batınî soyut duygularla algılama.
KARZ: “Karz” borç demektir. Yüce Allah kendi uğruna yapılan maddi harcamaları, kendisine verilmiş borçlar olarak nitelendiriyor.Bu teşvik amaçlı bir nitelendirmedir. Hem yapılan harcamalr O’nun yolundadır ve bu harcamalar, kat kat arttırılmış olarak kendilerine dönecektir.(2:245)
KABZ-BAST: “Yakbizu” fiilinin masdarı olan “kabz” insanın bir şeyi kendine doğru tutması demektir. Karşıtı ise “yaymak, dağıtmak” anlamında olan “sin” harfiyle yazılan “bast” dır. İfadenin orjinalinde yer alan “sad” harfiyle yazılı “bast” aynı kelimeden gelmedir. Ancak “sin” harfi itbak ve tefhim nitelikli “tı” harfine yakın olması hasebiyle “sad” harfine dönüşmüştür.(2:245)
MELE’: 1-“El-mele” kelimesi söylendiğine göre bir görüş etrafında toplanmış grup demektir. Azamet açısından göz doldurdukları için “mele” diye nitelendirilmişlerdir.(2:246)
2- “Mele’” kelimesi, bir kavmin ileri gelenleri, eşrafı anlamına gelir.Kalpleri korku ile, gözleri de güzellik ve süsle doldurdukları için bu ünvanla anılıyorlar.(7:60) (Cilt 8)
KÜRSÜ: “Kürsü” herkesçe bilinen bir şeydir (oturulacak yüksekçe yer) Bu ismi alması, iskeletini oluşturan parçalarının birbirine eklenmesinden ileri gelir.Bu isim çoğu zaman krallık tahtından kinaye olarak kullanlır ve “kürsiyyu’l melik” denir ki, bunula onun egemenlik alanı, gücünün boyutları kasdedilir. (2:255)
RÜŞD-ĞAYY: “Er-rüşd veya er-rüşüd” bir şeyin gerçekliğine, işin aslına ve doğru yola ulaşma demektir.Karşıtı ise “el-ğayy”(sapıklık) tır. Bu iki kavram “hidayet “ve “dalalet”ten daha genel kapsamlıdır. Çünkü “hidayet” amaca ulaştırıcı yolu bulmak, “dalalet” ise bu yolu bulamamak anlamına gelir. Öyle anlaşılıyor ki “rüşd” kelimesinin doğru yola ulaşma anlamında kullanılması, kavramı, içine giren olgulardan birine uyarlama yöntemine uygun bir uyarlamadır. Çünkü, yolda yürümekte olan bir kimsenin, bir işin gerçekliğine ulaşması, onun doğru yolu bulup izlemesine bağlıdır.Böylecee, yola ulaşma, bir işin gerçekliğine ulaşmanın bir mısdakıdır. Gerçekte “rüşd” ile “hidayet” birbirinden farklı anlamlar ifade ederler. Bunlardan birinin ötekisinin anlamını ifade etmesi özel bir itinayı gerektirir ki, bu son derece belirgindir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:”Eğer onlardan bir rüşd (olgunlaşma) gördünüzse…” (Nisa 6) “Andolsun, bundan önce İbrahim’e rüşdünü vermiştik.” (Enbiya 51) Aynı ilişki “ğayy” ve “dalal” kavramları arasında da söz konusudur. Dalal: göz önünde bulundurulan amacı ve maksadı hatırlamakla birlikte yoldan sapma demektir. “Ğayy” ise yolun varağı hedefi unutmak suretiyle sapmak anlamına gelir.Bu yüzden sapık (ğaviyy) insan ne istediğini, neyi amaçladığını bilmez. (2:256)
TAĞUT-CİBT : 1-“Tağut” kelimesi, azgınlık ve haddi aşma anlamına gelir. Tıpkı “melekut” ve “ceberut” kavramlarında olduğu gibi bu kavramında anlamında mübalağa esastır. İnsanlar, cinler, sapıklığın önderleri konumundaki insanlar ve yüce Allah’ın tabi olunmasından hoşnut olmadığı her lider anlamında kullanılan bir kavramdır. Bu kelimede,müzekker (eril), müennes (dişil), müfred (tekil), tensiye (ikil) ve cemi (çoğul) fark etmez. (2:256)
2- "Cibt" ve "cibs" kelimeleri "hayır içermeyen her türlü şey" demektir. Başka bir görüşe göre "insanların Allah dışında taptıkları şeyler" anlamına gelir. Yine ayette yer alan "tağut" kelimesi aslında "tuğyan=azgınlık" gibi bir mastardır ve ism-i fail (=etken isim) olarak kullanılır. Bir görüşe göre de "Allah'tan başka tapınılan şeyler" demektir. (4:51) (cilt 4)
3- "Tağût" kelimesi "rehebut=korkmak", "ceberut=üstün olmak" ve "melekut=malik olmak" kelimeleri gibi mastardır ve "azmak, taşkınlık göstermek" demektir. Kimi yerlerde ism-i fail (=etken isim) anlamında kullanılarak mübalağa anlamı yüklenir. Meselâ bolluğu ve çokluğu yüzünden kabından taşan su =su taştı, kabına sığmadı" denir. Önceleri hakkında "tağa'l mau insan hakkında kullanılması istiare yolu ile idi. Fakat zamanla kullanıla kullanıla kelimenin gerçek anlamı gibi algılandı. İnsan için kullanıldığında insanın, akıl veya şeriat tarafından kendisi için belirlenen tutumun dışına çıkması anlamına gelir. Buna göre tağut, Allah'a karşı kulluk görevlerini yapmamakta inat eden, bu tutumu Allah'a karşı büyüklük taslayarak sergileyen zalim ve zorba kişi demektir. "Tağut, Allah dışındaki bütün tapılanlardır." sözünü diyenlerin maksadı da bu anlama dönüktür. (4:60) (cilt 4)
HÜCCET: “Hacce=tartışmaya girdi” anlamınadır. Tartışmaya girme, iddiayı kanıtlama ya da karşıt iddiayı çürütme amacıyla, kanıta kanıtla karşılık vermek demektir. İfadenin orjinalinde geçen “hüccet” kavramı,kelimenin aslı itibariyle “kast,niyet” demektir. Ne var ki daha çok kanıtlanmak istenenbir iddiayı belgelemek amacı ile sunulan şey anlamında kullanılr olmuştur. (2:258)
RİBA: “Riba” kelimesinin asıl anlamı “fazlalık”tır. “rebve”,”ribve” veya “rubve” kelimesi ise ,bol, fazla, gelişmesi iyi ve ürün veren toprak analmına gelir.(2:265)
El-BAB : 1-“Elbab” kelimesinin tekili olan “lüb” akıl demektir. Çünkü akıl insan için bir çekirdek kabuğunun içindeki öz konumundadır.Kur’an’daki kullanımda da bu anlam esas alınmıştır.(2:269) (cilt 2)
2-"Elbab" kelimesi "lübb"ün çoğuludur ve her türlü şaibeden arınmış temiz akıl demektir. (3:7)
İSR: 1-“İsr” denildiğine göre “ağırlık” demektir. Bir görüşe göre de, bir şeyi zorla alıkoymak demektir.Bu da ilk anlama yakındır. Çünkü alıkoyma işinde, istenmeyen ve ağır gelen bir şeye zorlama anlamı da söz konusudur.(2:286)
2- Ragıp İsfehani el-Müfredat adlı eserinde şöyle diyor:”Isr kelimesi, bir şeye bağlamak, zorla hapsetmek demektir. Bu kelimeden türemiş olan ‘me’ser’ ve ‘me’sir’ kelimeleri, gemi hapishanesi anlamına gelir.’Onların ağır yüklerini kaldırır’ ayeti, onları hayırlı işleri alıkoyan ve engelleyen ve sevaplara ermelerini köstekleyen unsurları üzerlerinden kaldırır demektir.’Bize ağır yükler yükleme’(Bakara,286) ayeti de böyle açıklanır.Bazıları bu kelimenin ağırlık anlmına geldiğini söylemişlerdir. Bunu analizi anlattığımız gibidir.”(Ragıp’tan alıntı sona erdi) (7:157) (Cilt 8)
MEVLA: 1-“Mevla” yardım eden demektir. Ama her yardım eden değil. Aksine yardım edilenin işlerinin yönetimini de üstlenen yardım eden, anlamında kullanılmıştır. Çünkü “Mevla” işlerin yönetimini üzerine almak anlamına gelen “velayet” kökünden gelir. Yüce Allah mü’minlerin velisi olduğuna göre, O, onların yardımcısı, mevlasıdır da.(2:286)
2- "Mevalî" kelimesi, "mevlâ" kelimesinin çoğuludur ve "veli" anlamına gelir. Gerçi bu kelime "velayet=yetkililik" kapsamına giren bazı kavramları ifade etmesi için yaygın biçimde o anlamda kullanılmaktadır. Meselâ, kölenin efendisine "mevlâ" deniyor. Çünkü efendi kölenin veliliğini üstlenmiş, yetkilisi olmuştur. Yardım edilenin işini üstlenmesi sebebi ile birine yardım eden kimseye de "mevlâ" denir. Yine amcasının kızının evlenme işini üstlenmesi sebebi ile amca oğluna da "mevlâ" denir. Bu kelimenin mastar-ı mimî veya ism-i mekân olması ve onunla herhangi bir şekilde veliliği şahsında taşıyan kişinin kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Tıpkı "hükümet" ve "mahkeme" deyip de hâkim olan şahsı kastetmemiz gibi. (4:33)
3- Ragıp el-İsfahanî "el-Müfredat" adlı eserinde der ki: "el-Velâ ve et-tevalî, iki veya daha fazla şey arasında, ikisinin dışında yabancı bir şey olmayacak şekilde yakınlık meydana gelmesi anlamına gelir. Bu kelime, yer, nispet, din, arkadaşlık, yardım ve inanç açısından yakınlık anlamında kullanılır." (Müfredattan yaptığımız gerekli alıntı burada sona erdi.) Toparlayacak olursak; "velâyet" iki şey arasında, yakınlaştıkları husus bağlamında engelleri ve perdeyi kaldıracak şekilde bir yakınlığın meydana gelmesi anlamına gelir. Şayet bu yakınlaşma takva ve inanç bazında meydana geliyorsa, "veli" yardımcı demektir ve yakınlaştığı kimseye yardım etmesini hiçbir şey engelleyemez. Şayet ruhsal çekim türünden bir sevgi ve birliktelik nitelikli kaynaşma bazında bir yakınlaşma ise, "veli" sevgilidir ve insan böyle bir durumda nefsinin sevgilinin iradesinden etkilenmesine, sevgilinin istediğini vermesine engel olamaz. Şayet bu yakınlık soy bazında söz konusu ise, "veli" bu bağlamda yakın olduğu kişinin, söz gelimi mirasçısı olur ve hiç ir şey onu bundan alıkoyamaz. Eğer itaat bazında bir yakınlaşma söz konusuysa, "veli" bu açıdan yakın olduğu kişi üzerinde dilediği gibi hüküm verir. (5:51) (cilt 5)
CİLT 3
TEVİL: Tevil kelimesinin kökü "evl"dir. Bu kökün anlamında belirgin olan unsur dönme anlamıdır. [Tevil ise döndürme anlamını ifade eder.] Buna göre müteşabih ayetleri tevil etmek, onları dönük oldukları kaynaklara döndürmek demektir. Kur'an'ın tevili de, Kur'an öğretilerinin alındığı asıl kaynaklardır. (3:7)
REMZ : "Remz; dudaklarla işaret etmek demektir. Kaş, göz ve elle yapılan işaretleşmeler anlamında da kullanılır. Ancak genellikle dudak işaretleşmesi kastedilir." (3:41)
LEYY : "Yelvune" fiilinin mastarı olan "leyy" kelimesi, ipi bükmek demektir. Baş ve dil için kul-lanıldığında, başı ve dili sağa sola eğip bükmek anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "...başlarını yana çevirirler..." (Müna-fikun, 5), "...dillerini eğip bükerek..." (Nisâ, 46) (3:78)
HAŞR : 1-"Tuhşerûne" fiilinin mastarı olan "haşr" kelimesi, bir topluluğu bulundukları yerden, kovmak suretiyle çıkarmak demektir. Bir kişi için kullanılmaz. (3:12)
2- "el-Haşr" , insanları savaş veya göç gibi sosyolojik bir olay için bir araya toplamak, seferber etmek anlamına gelir.(6:38) (cilt7)
VECH: 1-"Vech" kelimesinden bir şeyin insana bakan tarafı veya özel anlamda yüz kastedilmiştir. Bunun nedeni, duyu organlarının büyük bir kısmını kapsayan yüzün teslim olmasının, tüm bedenin teslim olması demek olduğuna dayanır. (3:20)
AZİZ : "Tuizzu" fiilinin mastarı olan "izz" kelimesi bir şeyin elde edilmesinin zor olması anlamında kullanılır. Bu yüzden, nadir bulunan şeyler için "aziz" denir. Yâni zor bulunur. Yine bir toplumda yenilgiye uğratılması, baskı altına alınması zor olan kimse için de "aziz-ul kavm" ifadesi kullanılır. Bununla, o kimseye baskı ve galibiyet yoluyla ulaşılmayacağı anlamı kastedilir. Toplumun içinde, erişilmesi güç bir makama sahip olmasına, onların sahip oldukları her şeye aksi değil sahip bulunuyor olmasına işaret edilir. Daha sonra bu ifade, her zorluk için kullanılır oldu. "Yeizzu aleyye keza" dendi mi "falan şey bana zor geldi" anlamı kastedilir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulu-yor: "Azizun aleyh=Sıkıntıya düşmeniz onun gücüne gider." (Tevbe, 128) yâni ona zor gelir. Yine, her galibiyet anlamında kullanılır oldu. Araplar: "Men azze bezze", "galip gelen soyar (ganimet alır)" derler. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ve azzeni fil-hitab=bana konuşmada üstün geldi." (Sâd, 23) Yâni, "beni yendi." Kelimenin asıl anlamı, yukarıda belirttiğimiz gibidir. (3:26)
HAYIR : "Hayır" kelimesinin semantik yapı-sında "seçme" anlamı vardır. Biz bir şeyi "hayır" olarak isimlendirirken, öncelikle onu başka bir şeyle karşılaştırmış ve bu karşılaştırmada ikisinden birini tercih etmeyi amaçlamışızdır. Neticede birini seçeriz. İşte bu seçtiğimiz "hayır"dır. Biz onu, istediğimiz ve amaçladığımız şeyi kapsadığı için seçmişizdir. Şu halde bizim istediğimiz, gerçek anlamda hayırdır. Eğer biz onu, başka bir şey için isteseydik, istediğimiz o başka şey, gerçek hayır olurdu. Başkasının hayır oluşu da, onun hayır oluşu açısından söz konusudur. Şu halde gerçek hayır, kendisi itibarıyla istenen şeydir. Hayır olarak isimlendirilmesi, başkasıyla karşılaştırıldığında istenen şeyin o olmasından dolayı dır. Varlıklar içinde birini seçmek istediğimiz ve bu seçimimizde tereddüde düştüğümüzde, artık o şey "seçilmiş" niteliğini kazanır.Görüldüğü gibi, bir şey başka bir şeyle karşılaştırılıp bu şeye göre daha etkili olarak algılandığından dolayı seçilir, bu yüzden "hayır" adını alır. (3:26)
TULİCU : "Tûlicu" kelimesinin kökü, "girme" anlamına gelen "vulûc" kelimesidir. Anlaşıldığı kadarıyla bazı bilginlerin de belirttikleri gibi gecenin gündüze ve gündüzün geceye girdirilmesinden maksat, bir yıl boyunca gece ve gündüz süresinde meydana gelen değişikliklerdir. Burada da yeryüzü boyunca bölge ve mekanların genişliği esastır. Ayrıca güneşin eğiminde bir takım değişikliklerin olması önemli rol oynar. Bunun sonunda günler uzamaya, geceler de kısalmaya başlar. Bu gecenin gündüze girmesidir ki kışın başlangıcından yazın başlangıcına kadar böyle devam eder. Yaz mevsiminin başlarından kışın başlarına kadar ise, geceler uzamaya gündüzler kısalmaya başlar. Bu doğal gelişmelerin tümü kuzey kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise, kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise, kuzey kutbundaki gelişmelerin tersi istikamette gelişmeler yaşanır. Dolayısıyla bir kutupta yaşanan uzama, öbür kutupta kısalma olarak yaşanır. Şu halde yüce Allah sürekli olarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye girdirmektedir. Ekvator çizgisindeki ve kutuplardaki gece ve gündüzün
eşit olma durumuna gelince bu bizim hissimize dayalı bir şeydir. Gerçekte değişim, sürekli ve kapsamlıdır.(3:27)
VELİ-VELAYET: "Evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli"kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve malla rını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar. (3:28)
İTTİKA-TAKIYYE: "Tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan "ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder. Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür. Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.(3:28)
VİCDAN: "Tecidu=bulur" kelimesi "vicdan" masdarından gelir. "Fikdan=yitirme"nin zıddıdır.(3:30)
EMED-EBED: Mesafe anlamına aldığımız "emed" kelimesi, zamansal aralığı, uzaklığı anlatır. Ragıp, el- Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Emed" ve "ebed" kelimeleri,birbirine yakın anlamları ifade ederler. Ancak ebed; sınırsız ve kayıtsız bir zamansal süre demektir. Dolayısıyla: "Şu kadar ebed"denmez. Ama emed; mutlak olarak kullanıldığı zaman, sınırı bilinmeyen bir zaman dilimini ifade eder. Nitekim bu kelime belli bir süre anlamında kullanılır. Tıpkı "şu kadar zaman" denildiği gibi "şu kadar emed (vakit)" de denebilir. Zaman ile vakit (emed) arasındaki fark, emed'de sonun, zamanda ise hem başlangıcın, hem de sonun esas alınmasıdır. Bu yüzden bazıları: "Emed ve med (uzunluk) birbirine yakın anlamlar ifade eder." demişlerdir." Ragıb'ın açıklamaları burada sona erdi.(3:30)
ÂL-EHL: 1-"Âl" kelimesi, bir şeyin has yakınları anlamında kullanılır. Ragıp, el-Müfre-dat adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre "âl" kelimesi, "ehl" kelimesinden dönüşmüştür. Çünkü "âl"ın küçültme ismi "uheyl" şeklindedir. Ancak bu kelime konuşan canlıların seçkinlerine izafe edilir, bunların adı-sanı bilinmeyenlerine, zamana ve mekana izafe dilmez. Sözgelimi: "Falanın âlı" denir de
"Adamın âlı" veya "şu zamanın" yahut "şu konunun âlı" denmez. Örneğin: "Terzinin âlı" denmez. Tersine bu kelime en üstün ve en şerefli olanlara izafe edilir. "Allah'ın âlı", "sultanın âlı" denebilir.Ama "ehl" kelimesi her şeye izafe edilebilir: "Zamanın ehli" ve "Beldenin ehli" denilebildiği gibi "Allah'ın ehli" ve "Terzinin ehli" de denebilir." Bir görüşe göre; bu kelime şahıs isimdir ve "uvely" şeklindeküçültülür. Akrabalık veya kölelik yoluyla insana çok yakın olan kimseler anlamında kullanılır." el-Müfredat'tan aldığımız alıntı burada sona erdi. Şu halde "İbrahim'in ve İmrân'ın âli"nden
maksat, onların ehli içinde kendisine çok yakın olanlardır.(3:33)
2- "Ehl" kelimesi, Ragıp el-İsfahanî'nin açıkladığı gibi, kişinin nesepte, evde veya bunlar dışında dinde, beldede ve sanatta ortak olduğu kimseler anlamına gelir. Meselâ kişinin eşine ve eşi, çocuğu, hizmetçisi ve başkaları gibi evinde bulunanlara ve aşireti, soyu gibi kendisine mensup olanlara o kişinin ehli denir. Bunun yanı sıra bir beldede oturanlara filân beldenin ehli, bir dinin bağlılarına falân dinin ehli ve bir sanat dalının sanatkârları ile öğretmenlerine filânca sanatın ehli denir. Bu terimde müzekkerlik, müenneslik, tekillik, çoğulluk ayırımı gözetilmez. Bu terimin kullanımı insanlara özgüdür. Yani bir şeyin ehli demek, o şeye yakın insanlar demektir. (3:121) (cilt 4)
TAHRİR: 1-Özgür kılma anlamına gelen "muharreren" kelimesinin mastarı "tahrir", bağları çözüp serbest bırakmayı ifade eder. Köle azat etmek anlamında kullanılan "tahrir" buradan gelir. Yine kitap yazmak anlamında kullanılan "tahrir" de buradan gelir, çünkü bununla, sanki zihin ve düşünce dağarcığında olan anlamlar serbest bırakılır. (3:35)
2- "Tahrîr" kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. (4:92)(Cilt 5)
TEKABBEL: "Tekabbel" kelimesinin mastarı "Takabbül", isteyerek ve memnuniyetle bir şeyi kabul etmek demektir. Hediye kabul etmek ve dua kabul etmek gibi.(3:35)
MİHRAB: Mihrap, mescitte veya evde ibadete tahsis edilen mekan demektir. Bu konuda Rağıb şunları söyler: "Mescidin mihrabı: Bir görüşe göre, bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, şeytana ve hevaya karşı verilen savaşın mekanı olmasıdır. Bir diğer görüşe göre ise bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi şudur ki, insana orada dünya ile meşguliyetten, zihninin dağınık olmasından kendisini soyutlaması yakışır. Bazıları şöyle demişlerdir: "Evin mihrabı; aslında meclisin başı demektir. Daha sonra mescitte de kullanılarak baş tarafına mihrap adı verilmiştir." Bazıları da şöyle demişlerdir: "Mihrap kelimesinin aslı mescitle ilgilidir. Bu, meclisin başına özgü kılınan bir isimdir. Dolayısıyla evin başı da mescidin mihrabına benzetilerek Mihrap olarak isimlendirilmiştir." Bu sonuncu görüş daha doğruymuş gibi görünüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ona dilediği şekilde kaleler (mihraplar) ve heykeller yaparlardı." (Sebe', 13)" Rağıb'ın sözleri burada sona erdi. Bazılarına göre; bu ayette geçen "mihrap"tan maksat, Ehl-i Kitabın, tapınaklarının ön kısımlarında kurban kesmek amacıyla kullandıkları ve birkaç merdivenle çıkılan, etrafı taşla çevrili ve böylece içeridekilerin mabedde bulunanlar tarafından görülmeleri engellenen sunaktır.(3:39)
TEBŞİR: "Yübeşşiru" kelimesinin türemeleri olan "büşra= müjde", "ibşar=müjdeleme" ve "tebşir=sevindirici bir haber verme" ise, insanı sevince garkeden haberin verilmesi anlamındadırlar.(3:39)
AŞİYY-İBKAR: "El-aşiyyu" gündüzün geç vakitlerine, akşam vaktine denir. Öyle anlaşılıyor ki, kelime, gözde beliren ve onun görüşüne engel olan alacakaranlık anlamına gelen "el-uşveh" kökünden
türemiştir. Dolayısıyla bu kelimeyi, karanlığa doğru çeken vaktin ismi olarak almışlardır. "el-İbkar" ise, gündüzün başlangıcı, ilk vakti demektir. Kelimenin asıl anlamı acele etmektir.(3:41)
HAVARİ: Bir insanın havarisi, onun insanlar içinde kendine özgü kıldığı, özel maiyeti demektir. Bazılarına göre, bu kelime çok beyaz anlamına gelen "hur" kelimesinden türemiştir. Kur'an'da bu kelime, yalnızca Hz. İsa'nın (a.s) özel maiyeti sayılan arkadaşları için kullanılmıştır.(3:52)
VEFAT: "Müteveffike"nin mastarı olan "et-teveffi" kelimesi, bir şeyi tam olarak almak demektir. Ölüm anlamında kullanılması da buradan geliyor. Çünkü yüce Allah, ölüm anında insanın canını bedeninden tamamen ayırır. Bir ayette şöyle buyuruluyor:"Elçilerimiz onun hayatına son verirler." (En'âm, 61) Yâni öldürürler, canını alırlar. Bir diğer ayette ise şöyle buyuruluyor: "Dediler ki: "Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?…" De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecektir." (Secde, 10-11) Başka bir ayette şu ifadelere yer veriliyor: "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda bir tür ölüme sokar. Böylece, kendisi hakkındaölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar, öbürüsünü ise salıverir."(Zümer, 42) Yukarıda sunduğumuz ayetlerin son iki tanesi üzerinde derinlikliolarak düşünüldüğünde "vefat" kelimesinin Kur'an'da "ölüm" anlamında kullanılmadığı, tam tersine almak ve muhafaza etmek anlamında kullanıldığı görülecektir. Diğer bir ifadeyle: Vefat kelimesi, ölüm anındaki "alma" anlamında kullanılmıştır. Bununla da, insan nefsinin, canının ölümle birlikte boşa çıkmadığı, yok olmadığı anlatılmak istenmiştir. Nitekim bilmezler, ölümün yok oluş, fena buluş olduğunu sanırlar. Tam tersine yüce Allah, insanın canını yeniden bedene geri dönünceye kadar muhafaza eder. Nitekim yüce Allah bu anlamın kastedilmediği yerlerde, "vefat" yerine "mevt" kelimesi kullanır. Örneğin şöyle buyurur: "Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?" (Âl-i İmrân, 144) "Onlar için karar verilmez ki böylece ölüversinler." (Fâtır, 36) (3:55)
İBTİHAL : "İbtihal" kelimesi, "elbehletu" veya "el-buhletu" mastarının "iftiaal" kalıbına uyarlanmış
şeklidir ve lanet anlamına gelir. Bu, kelimenin asıl anlamıdır. Sonra daha çok ısrarlı, yakarmalı dua ve dileme anlamında kullanılır oldu. (3:61)
FAZL : "Fazl" kelimesi, normal ihtiyaçlardan ziyadesi, fazlası demektir ve yararlı şeyler için kullanılır. Buna karşın "fuzûl" (fazlalık) faydasız şeyler için kullanılır. Rağib der ki: "Bağışlayana gerekli olmayan her bağışa, "fazl" denir. "Allah'tan fazlını isteyin", "İşte bu Al-lah'ın fazlıdır", "Büyük fazl sahibi" gibi. "De ki: "Allah'ın fazlıyla..." ve "EğerAllah'ın fazlı olmasaydı..." ifadelerini de bu şekilde anlamak gerekir. (3:73)
ZİLLET: "Zillet" kelimesi, "zill" kökünün değişik bir şeklidir. Ragıb'ın belirttiğine göre, "züll" zorla, baskıyla olan şey demektir. "Zill" ise, zorlukla ve dayatmayla olan şey anlamına gelir. Genel anlamı ise, yılgınlık ve eğilmedir. Bunun tam karşıtı izzet ve direnmedir. Yâni karşı koyup kaçınmadır. (3:112)
SÜRAT-ACELE : "Müsaraa" kelimesi, "sürat" kelimesinin Mufaele kalıbına uyarlanmış şeklidir. Mecma-ul Beyan adlı eserde deniliyor ki: "Sürat ve acele arasındaki fark şudur: Sürat, öne geçmesi caiz olan bir hususta öne geçme demektir ve övgüne değerdir. Bunun karşıtı, ağır gitme (ibta)dır. Bu ise, yerilen bir davranıştır. Acele ise, öne geçmenin caiz olmadığı bir şeyde öne geçme demektir. Bu, yerilmiştir. Bunun karşıtı teenniyle hareket etmedir. Bu ise, övülen bir davranıştır. Öyle anlaşılıyor ki, sürat hareketin, acele ise, hareket edenin niteliğidir." (3:114)
CİLT 4
İMDAT: "İmdad" kelimesi, "medd" kökünden türemiştir ve kesintisiz biçimde yardım ulaştırmak anlamına gelir. (3:124)
MUSARAA: "Sariû" kelimesinin kökü olan "musaraa" kelimesi, hız oranını artırmak anlamına gelir.
Bu davranış iyiliklerde övülen, kötülüklerde kınanan bir eylemdir.(3:133)
KAZİMİN : "Kazimîn" kelimesinin kökü olan "kezm" kelimesi ise aslında, dolan kırbanın başını bağlamak anlamına gelirken daha sonra istiare yolu ile hüzün ve öfke dolu insanın durumunu ifade etmek için kullanılmıştır.(3:134)
GAYZ-GAZAB: "Gayz (öf-ke)" hoşlanmadığı çok şeyi gören insan tabiatının kabarıp taşması demektir. Bunun tersine "gazab" kelimesi, intikam alma ve cezalandırma iradesi anlamına gelir. Bu yüzden "Allah gazap etti" denir; ama "Allah gayza geldi, öfkelendi" denmez.(3:134)
VEHN: "Vehn" kelimesi, Ragıp el-İsfahanî'nin açıklamasına göre, yaratılışça veya ahlâkça zayıflık demektir. Burada bu kelimden kastedilen anlam, Müslümanların dinlerinin gereklerini yerine getirmek ve bu dinin düşmanları ile savaşmak konusunda girişim ve ihtimam bakımından zaaf göstermeleridir.(3:139)
KARH: "Karh" kelimesi, Ragıp el-İsfahanî'nin açıklamasına göre, vücut dışından isabet eden bir şeyin yol açtığı yara izi anlamına gelir. "Kurh" ise sivilce, çıban gibi vücut içinden kaynaklanan bir yara izi demektir. Bu kelime, Müslüman cemaatin Uhud Savaşında aldığı darbeyi kinaye yolu ile ifade ediyor. İfade, Müslüman cemaati düşmanından yara alan bir tek fert gibi farz ediyor. Söz konusu yara, onların öldürülenlerinin öldürülmeleri, yaralılarının yaralanmaları ve eşiğine geldikleri zaferin ve galibiyetin
ellerinden kaçmasıdır.(3:140)
YEVM: "Yevm" kelimesi, olayların meydana gelmesi için gerekli olan, itina edilir miktardaki zaman demektir. Bu miktar olayların değişmesine göre değişir. Bu kelime yaygın olarak Güneş'in doğması ile
batması arasında geçen zaman için kullanılır. Yine bu kelime, zarf ile mazruf arasındaki ilişkiye dayanılarak, bazen egemenlik, saltanat ve üstünlük kurma anlamında da kullanılır. Bu anlamda, "falân
cemaatin günü, filân oğullarının günü" denir. Böyle demekle onların başkalarından önde olmaları, başkalarına egemen olmaları kastedilir. Aynı kelime, kimi zaman bu tür olayların içinde meydana geldikleri zamanın kendisi için de kullanılır. (3:140)
MEVT-KATL: "Mate" kelimesinin kökü olan "mevt=ölüm" kelimesi, ruhun bedenden çıkması ve bedenin hayatının yok olması demektir. Ayetin orijinalinde geçen "kutile" kelimesinin kökü olan "katl=öldürülme" kelimesi ise, kastî veya benzeri bir sebebe dayalı olarak meydana gelen ölüm demektir. "Ölüm" ve "öldürülme" kelimeleri ayrı yerlerde kullanıldıklarında, ölüm, öldürülmeyi de kapsamına alan genel bir anlamı ifade eder. Ama eğer bir arada kullanırlarsa, "ölüm" kendiliğinden ölmek demek olurken, "öldürülme" böyle olmayan ölüm anlamına gelir.(3:144)
İS’AD: "Tus'idune" fiilinin kökü olan "is'ad" kelimesi, bir yerden uzaklaşıp gitmek demektir. "Su-ud"
kökü ise bu anlamda değildir. O, yüksek bir yere çıkmak demektir. Araplar, "Karada uzağa gitti" anlamında "Es'ade fi canib'il-berri"derler. "Merdivende yukarı çıktı" anlamında ise, "Saade fi'ssüllem"
derler. Bir görüşe göre ise, bazen "is'ad" kelimesi "suud" kelimesi yerine kullanılır.(3:153)
İSTİCABET: "İstecabû" fiilinin mastarı, "isticabet" kelimesidir ve -söylendiğine göre- bu fiilin kök itibarıyla ayrı bir mastarı olan "icabet" kelimesiyle aynı anlama yani; "bir şeyin istenmesi ve kabul ile karşılanması" anlamına gelir.(3:172)
NAS: "Nas" kelimesi, 'insan fertleri' demektir. Bu kelime, fertleri birbirinden ayırt eden özellikleri ifade etmez; sıradan insan fertleri anlamını taşır. (3:173)
HASB: "Hhasbunellah" cümlesi, 'Allah bize kâfi geldi' anlamınadır. "Hasb" kelimesinin aslı, hesaba dayanır. Çünkü yeterlilik ihtiyaç hesabına göredir. Buradaki Allah ile yetinme, ilâhî yasada yürürlükte olan dış sebeplere göre değil; iman hasebi iledir. (3:173)
NEFS: "Nefs" kelimesi sözlük anlamı ile "bir şeyin aynı ve kendisi" demektir. Araplar "Caenî fulanun nefsuhu ve aynuhu=falancanın nefsi ve aynı yani kendisi bana geldi" derler. Gerçi bu iki kelimenin (nefs ve ayn) bu anlamda (bir şeyi o şey yapan nitelik) buluşmadan önceki hareket noktaları değişiktir. İnsanın nefsi demek, insanı insan yapan şey demektir. O, dünya hayatında insanın ruhunun ve cisminin her ikisi ve Berzah hayatında ise, insanın sadece ruhu anlamına gelir.(4:1)
ZEVC: "Zevc" kelimesini, Ragıp el-İsfahanî şöyle açıklıyor: "Eşleşen canlıların erkek ve dişi çiftlerinin her birine "zevc" denir. Canlı ve cansız varlıkların çiftlerinin her birine de "zevc" (eş) denir. Ayakkabı ve terlik gibi [her biri hakkında bu ötekisinin eşidir, denilir]. Benzer ya da zıt olarak birbirinin eşi olan varlıkların her birine de "zevc" denir... "Zevce" kelimesi fasih kullanışlı bir kelime değildir. [Dolayısıyla kadını ifade ederken de "zevc" kelimesi kullanılır.]"(4:1)
BESS: "Besse" kelimesi "bess" kökünden, saçmak ve benzeri yollarla dağıtmak demektir. Nitekim yüce Allah, "Havada dağılan toza dönüştü" (Vakıa, 6) ayetinde bu kelimenin türevlerinde olan "mun-bess" kelimesini kullanmıştır. Yakınarak kederi dağıtmak (bess-ul ğamm) deyimi de bu anlamdan doğmuştur. Bundan dolayı, kimi zaman "bess" kelimesi, keder anlamında kullanılır. Çünkü insan doğal olarak kederi dağıtır. Yüce Allah bu anlamda "Ben kederimi ve üzüntümü sadece Allah'a arz ederim." (Yûsuf, 86) buyuruyor. Bu ayetin asıl metninde geçen "bess" kelimesi, keder anlamındadır.(4:1)
TESAUL: "Tesaelûne" fiilinin mastarı olan "tesaul" kelimesi, insanların Allah adına yemin ederek birbirlerinden bir şey istemeleri demektir. Meselâ biri, arkadaşına "senden Allah aşkına şunu şunu yap-manı istiyorum" der. Bu ifadede Allah adına yemin etmek vardır. İnsanların Allah adına birbirlerinden bir şey istemeleri, kinaye yolu ile onların gözünde Allah'ın saygın olduğu ve sevildiği anlamını ifade eder. Çünkü insan saydığı ve sevdiği bir şey üzerine yemin eder.(4:1)
RAKÎB: "Rakîb", koruyucu ve bu kelimeden türemiş olan "murakaba", koruma demektir. Bu kelime, muhtemelen "boyun" anlamını taşıyan "rakaba" kelimesinden geliyor. Aralarındaki ilgi şudur: Araplar kölelerinin boyunlarını koruyorlardı (onları himâyeleri altına alıyorlardı). Başka bir muhtemel ilişki de şu olabilir: Birini gözetleyen kimse başını kaldırarak ve boynunu uzatarak gözetlediği kimseyi gözetler. "Rakîb" kelimesinin mastarı olan "rukûb" mutlak anlamı ile koruma demek değildir. İşin içinde gözetlenenin hareketlerini, hareketsizliklerini, kısacası bütün davranışlarını koruma altına almak vardır. Maksat bozuklukları, aksaklıkları düzeltmek veya kayda geçirmektir.(4:1)
NASİB: "Nasib" kelimesi, pay ve hisse anlamına gelir. Kelimenin kökü, "ayakta tutmak" anlamına gelen "nasb" kelimesidir. Hisseye bu adın verilmesi, bölüşülen her payın, diğerine karışmaması için ayrılıp bir köşeye bırakılması itibarıyladır.(4:7)
TEREKE: "Tereke" ölünün arkasından kalan malı demektir. Sanki ölü onu bırakıyor ve ondan ayrılıyor. Dolayısıyla bu kelimenin bu anlamda kullanılması, istiare türü bir kullanımdır; ancak git gide bu anlamda kullanılması normalleşmiştir. (4:7)
HAŞYET: "Haşyet" kelimesi, olmasından korkulan şeyin kalpte bıraktığı etkidir. Kelimede saygı ve yüceltme anlamı da vardır. [Korkulacak şey büyük bilinir.] (4:9)
TAVSİYE-VASİYET: "Yûsîkum" fiilinin mastarı olan "îsâ" kelimesi ve aynı şekilde "tavsiye" kelimesi, öğütte bulunmak ve emretmek anlamına gelir. Râgıp el-İsfa-hanî, Müfredat-ul Kur'an adlı eserinde şöyle der: "Vasiyet; bir işin yapılmasını öğüt biçiminde diğerinden istemektir."(4:11)
KELALE: "Kelâle" aslında "ihata ve kuşatma" anlamında mastardır. Başı çevrelediğinden dolayı, başa bırakılan taca "iklîl", parçalarını kuşatan bütüne "kull" ve ağırlığı, üstlenen şahısı sardığı için başkasına yük olan kimseye "kell" denilmiştir. Râgıp el-İsfahanî, el-Müfredat'ında şöy-le belirtmiştir:
"Baba ve çocuk dışındaki vârislere "kelâle" denilir." Daha sonra şöyle ekler: "Peygambere (s.a.a) kelâle hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Ölüp de kendisinden sonra babası ve çocuğu olmayan kimsedir." Bu hadiste kelâle, vârislere değil de ölen kimseye verilen bir isim olarak ele alınmıştır. Her iki görüş de doğrudur. Çünkü kelâle mastardır; hem vârisi, hem de miras bırakanı kapsar." Râgıp'tan alınan alıntı burada sona erdi. (4:12)
FAHŞ: "Fahişe" kelimesi, kötü ve çirkin yol anlamında olan "fahş" kökünden türemiştir. Bu kelime yaygın olarak zina anlamında kullanılır. Aşağıdaki ayette livata veya livata ve lezbiyenlik anlamında kullanılmıştır. "Lut'u da peygamber olarakgönderdik. Hani o kavmine şöyle dedi: Sizler şimdiye kadar hiçkimsenin işlemediği iğrenç bir eylemi yapıyorsunuz." (Ankebut, 28) (4:15)
MÜBEYYİN: "Mubeyyine" kelimesi, "mutebeyyine" yani apaçık anlamına gelir. [Ayette "mubeyyine" kelimesinin geçişli anlamı kastedilmemiştir.] Nitekim Nahiv ilmi bilgini Sibeveyh'den "bane" kelimesinden if'al, tef'il, tefe'ul ve istif'al kalıplarına uyarlanmış türevlerin hem geçişli (aydınlatmak, apaçık kılmak) hem de geçişsiz (aydın ve apaçık olmak) anlamda kullanıldığı nakledilmiştir. Araplar, "Eban'eş- şey'u, istebane, beyyene ve tebeyyene" derler ve onunla konunun aydınlığa kavuştuğunu kastederler ve yine "Ebentu'ş-şey'e, istebentuhu, beyyentuhu ve tebeyyentuhu" derler ve onunla "konuyu aydınlattım" anlamını kastederler.(4:19)
MUHSENAT:"Muhsenat" kelimesi, "ihsân" kökünden türemiş ve engel olmak ve korumak anlamına gelen ism-i mef'ul kalıbında bir çoğul isimdir. Başkalarının girmesini engelleyen sağlam kaleye de "el-hisn-ul hasîn" denilmesi bu yüzdendir. Nitekim "kadın kendini korudu, fuhuştan kaçındı" anlamına gelmek üzere "ahsanat-il mer'etu" denir. Yüce Allah da "o ki, edep yerini korudu" (Tahrîm, 12) buyuruyor. Yine "kadın evlendi, eşi ya da evlilik onu diğer erkeklerden korudu" anlamında "ahsanat-il
mer'etu" veya "uhsinet-il mer'etu" denir. Yine özgür bir kadın anlamında "ahsanat-il mer'etu" denir. Çünkü özgür oluşu, başkasının onun edep yerine sahip olmasını engeller veya zinadan uzak durmasını
sağlar. Çünkü zina daha çok cariyeler arasında yaygındı. (4:24)
EKL: "Te'kulu" fiilinin mastarı olan "ekl=yemek" kelimesinin anlamı herkesçe bilinmekte ve örneğin
gıda maddelerini ağza koyup yutmak suretiyle tüketmek demektir. Kelimede ele geçirip tüketmek anlamı olduğu için Araplar, "Ekelet-in naru el-hatebe=ateş odunu yedi." derler. Bu ifadede ateşin odunu yakarak yok etmesi, bir gıda maddesini ağzına koyup yutan kimsenin o maddeyi tüketmesine benzetiliyor. Bunun yanında yine Araplar, "Ekele fulanun el-male=falanca şu malı yedi." derler. Yani adam o malı ele geçirerek onda tasarrufta bulundu. Bu ifade ile kelimenin sözlük anlamı arasındaki bağlantı şudur: Nesneleri tasarruf altına almanın temel amacı onlarla beslenmektir. Çünkü beslenme insanın varlığını sürdürmesinde en büyük ve vazgeçilmez ihtiyaçtır. Bu yüzden bir malda tasarrufta bulunmak eylemi "yemek" fiili ile ifade edilmiştir. Yalnız her tasarruf bu anlama gelmez. Sadece mülkiyeti ele geçirme gibi yollarla başkasının el koymasına imkan bırakmayacak şekilde mala el koyma biçimindeki tasarruf bu anlama gelir. Sanki adam mala egemen olup onda tasarrufta bulunmakla tıpkı gıda maddesini yiyenin bu maddeyi tüketmesi gibi söz konusu malı tüketiyor. (4:29)
ŞECERE: "Şecere" fiili "şecr" ve "şucur" kökünden "birbirine girmek, karışmak" demektir. Araplar, "şecere, şecren ve şucûren" derler, bunlarla "karıştı" anlamını kastederler. "Teşacur=birbirine girişip kavga etmek" ve "müşacere=kavga etmek" kelimeleri de bu kökten gelir. Bu kelime, sanki iddialar veya görüşler birbirine karışmış gibi bir anlam taşır. Arapça'da ağaca da "şe-cer" denilmesi buradan kaynaklanır. Çünkü ağacın dalları devamlı birbirine karışır.(4:65)
MUHTAL-FEHÛR: “Muhtal" kelimesi, " şaşkın, salına salına yürüyen ve hayallerinin esiri olmuş kibirli kişi" demektir. Arapların ata da "hayl" demeleri bundan kaynaklanıyor. Çünkü at salına salına yürür, kırıta kırıta gider. Yine ayette geçen "fehûr" kelimesi "çok övünen kimse" anlamına gelir. Bu iki sıfat, yani böbürlenmek ve çok öğünmek sıfatları mala ve mevkie düş künlüğün, bunları aşırı derecede sevmenin ayrılmaz gereklerindendir. Bu yüzden yüce Allah'ın böbürlenenleri ve çok öğünenleri sevmesi söz konusu olamaz. Çünkü onların kalpleri Allah'tan ba ka bir şeye bağlıdır. (4: 36)
KAFİR: "Kâfirler"den maksat, yüce Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri örtenler, gözlerden gizleyenlerdir. [Yani kâfirler kelimesi burada kendi sözlük anlamında kullanılmıştır.] Hepimizin bildiği "kâfir" kelimesinin de asıl anlamı budur. Çünkü kâfir hakkı inkâr etmek suretiyle onu örtmektedir.(4:37)
RAİNA: "Râina" kelimesi Yahudi dilinde [yani İbranicede, küfür anlamını taşıyan] "Dinle, dinlemez olası" anlamına gelir.(4:46)
FETL: "Fetil" kelimesi "fetl" kökünden mef'ul anlamına gelen feil kalıbında sıfat-ı müşebbehedir ve "bükülmüş şey" anlamına gelir. Bazılarına göre hurma çekirdeğinin oyuğundaki (yivindeki), başka bazılarına göre de hurma çekirdeğinin içindeki ince tel gibi ipliktir. Ehl-i Beyt İmamlarından gelen rivayetlere göre ise hurma çekirdeği üzerindeki noktadır. Bu çekirdeğin yüzeyinde olana "nakir" ve üzerini kaplayan zara da "kıtmır" denir. Bir başka görüşe göre iki parmak arasındaki iplik gibi kir birikintisi anlamına gelir. Kısacası bu kelime hesaba alınmayacak kadar küçücük ve değersiz bir şey demektir. (4:49)
HIZR: "Hızr" kelimesi "kendisi ile yahut topyekün savaşın." korunulan şey" demektir ki, o da koruma aracı olur; silah gibi. Bazıları da "hazer=sakınma" kelimesi gibi mastar oldu unu söylemişlerdir. (4:71)
NEFR-FEZE’: "İnfiru=savaşa çıkın" kelimesinin kökü olan "nefr" kelimesi "belirli bir istikamete gitmek"tir. Bunun aslı "feze'=korkmak ve sığınmak"tır. Bir yerden gitmeye "oradan korkmak (ve kaçmak)" ve bir yere doğru gitmeye de "oraya iltica etmek, sığınma" denir.(4:71)
SUBAT: "Subat" kelimesi "subet" kelimesinin çoğuludur ve anlamı "parça parça (bölük bölük) topluluk" demektir. Buna göre "subat" arka arkaya topluluklar demektir. Öyle ki, ikinci gurup birinci guruptan ve üçüncü gurup ikinci guruptan ayrıdır.(4:71)
CİLT 5
BURC-ŞEYD: "Burûc" kelimesi, "burc" kelimesinin çoğuludur; kalelerin üzerinde inşa edilen yapılar anlamına gelir. Bu tür binalar, düşman saldırılarını püskürtmek için mümkün olduğunca sağlam inşa edilir. Aslında kelimenin etimolojik kökeninde "açıklık" anlamı vardır. Nitekim süs eşyalarını vb. açığa vurmaya "teberruc" denilmesi de bundan dolayıdır. "muşeyyede" kelimesi, yükseklik anlamını ifade eder. Bunun da etimolojik kökeni "eş-şeyd", yani kireçtir. Çünkü kireçle hem bir yapı sağlamlaştırılır, hem yükseltilir, hem de süslenir. Buna göre, "el-buruc-ul müşeyyede", gelmekte olan her türlü düşman saldırısı karşısında insanın sığınmak durumunda olduğu kaleler üzerinde yükseltilen sağlam binalar demektir. (4:78)
TEDEBBUR: "Yetedebberûne" kelimesi, "tedebbur" kökünden, bir şeyi diğer bir şeyden sonra almak demektir. Ayetin atmosferi içinde ise, bir ayeti diğer bir ayetten sonra düşünmeyi veya ayet üzerinde peş peşe düşünmeyi ifade eder. (4:82)
İSTİNBAT: "Yestenbitûne=işin iç yüzünü anlayanlar" kelimesinin mastarı "istinbat" kelimesi, sözün kapalılık durumundan çıkarılıp bilgi ve ayırt etme aşamasına ulaştırılması demektir.Bu kelimenin kökü "nebet"tir; kuyudan çıkarılan ilk su anlamına gelir. (4:83)
TEKLİF : "Tükellefu" sözcüğünün mastarı "et-teklif" kelimesi, meşakkat ifade eden "el-külfet" kökünden türemiştir. Teklife de teklif (meşakkat, zorluk) denilmesi, mükellefe (yükümlüye) zorluğun
yüklenmesi nedeni iledir. (4:84)
TENKİL: "Tenkil=ceza" sözcüğü, "nekâl" kökünden gelir ve Mecma-ul Beyan tefsirinde vurgulandığı
gibi, şu anlamı ifade eder: Benzeri bir azaba uğratılma korkusu ile insanların bozgunculuk yapmasını engelleyici ceza. Görevini yerine getirmeyenin bir daha benzeri bir suça yeltenmeyeceği diğer mükelleflerin ibret alacağı şekilde cezalandırılması yani.(4:84)
RAKABE: "Rakabe" ise, boyun demektir. Ancak mecazî olarak köle kimse anlamında kullanılması
yaygınlık kazanmıştır. (4:92)
DİYET: "Diyet" ise cana, bir organa veya başka bir şeye karşılık olarak mal vermek demektir. (4:92)
MİSAK: "Mîsak" kelimesi, mutlak olarak antlaşma demektir. Zimmetten ve her türlü sözleşmeden daha geneldir. (4:92)
TAAMMUD: "Müteammid" kelimesinin mastarı olan "ta-ammüd" kelimesi, bir fiili taşıdığı unvanıyla bilinçli bir şekilde ve kastederek işlemek anlamına gelir. İsteğe bağlı olarak işlenen bir fiil [ihtiyarî bir iş], taşıdığı unvanı kastetmeksizin olmaz. Dolayısıyla bir fiilin birden fazla unvanı olması caizdir. Bu bakımdan bir fiilin bir açıdan kasten, bir diğer açıdan da yanlışlıkla işlenmiş olması mümkündür. Örneğin, av hayvanı olduğunu sanarak bir karartıya ateş açan kimse, gerçekte bir insan olan bu karartıyı öldürürse, av açısından taammüden, insan açısından da bu fiili yanlışlıkla işlemiş olur. Aynı şekilde, bir kimse birine terbiye etmek amacıyla bastonla vurur ve o kimse ölürse, onu yanlışlıkla öldürmüş olur. Dolayısıyla bir mümini kasten öldüren kimse, işlediği fiille bir mümini öldürmeyi amaçlayan, onu öldüreceğini ve onun mümin olduğunu bilen kimsedir. (4:93)
DARAR: "Darar" kelimesi, cihat ve savaş yükümlülüğünü engelleyecek şekilde vücutta körlük, topallık ve hastalık gibi bir noksanlığın bulunması demektir.(4:95)
HÎLE : "Hîle" kelimesi, "haylûle" (engel, mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında belirttiği gibi, değişim anlamı vardır. (4:98)
REĞAM: "Murâğe-men" kelimesinin kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-İsfa-hanî der ki: "er-Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu= başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır. Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna örnektir: "O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım." Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı", "Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir. Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa, kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur." "Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.] (4:100)
CUNAH: "Cünah" kelimesi, günah anlamına geldiği gibi sıkıntı, sakınca, dönme ve meyletme anlamlarını da ifade eder.(4:101)
KASR: "Taksurû" kelimesinin kökü olan "kasr" kelimesi de, namazı kısaltma demektir. Mecma-ul Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Namazı kısaltma anlamında üç değişik ifade kullanılır: Birincisi, 'kasart-us salate'. Kur'ân'da kullanılan ifade budur. İkincisi; [tef'il kalıbına uyarlanmış şekilde, ayni] 'kassartuha taksiren'. Üçüncüsü, 'aksartuha iksaren' [İf'al kalıbına uyarlanmış şekli yani]." [Mecma-ul Beyan'dan aldığımız alıntı burada son buldu.](4:101)
VAKİT-MEVKUT: "Mevkut" kelimesi, "vakit" kökünden türemiştir. Meselâ, "vakkattu keza" yani, onun için vakit belirledim. Dolayısıyla ifadenin zahirinden şunu anlıyoruz: Namaz, vakitleri belirlenmiş, bölüm bölüm olarak tayin edilmiş ve belli vakitlerinde kılınan bir farzdır. Ancak ayetin zahirinden anlaşıldığı kadarıyla, namazla ilgili "vakit" kelimesinin kullanılması, sabitliği ve değişmezliği ifade etmekten kinayedir. [Yani, ayette namazın, vakti belirlenmiş bir farz olduğu ifade edilmesi amaçlanmamıştır. Maksat, namazın sabit ve kesinlikle değişmez bir farz olduğunu açıklamaktır. Dolayısıyla] gerektirilenin, gerektirici anlamında kullanılması gibi bir durumdur bu. O hâlde namazın "kitaben mevkuten" oluşundan maksat, sabit ve değişmez bir farz oluşudur. Buna göre, hiçbir şekilde namazın farzlığı düşmez. Dolayısıyla "mevkut" sözcüğünü ilk anlamıyla [vakti belirlenmiş olarak] algılamak, öncesindeki ifadenin içeriğiyle örtüşmüyor. Çünkü namazın belli vakitleri olan bir ibadet olduğundan söz etmenin bir gereği yoktur. Ayrıca, "Çünkü namaz..." diye başlayan ifadenin, "...yerleştiğiniz zaman artık namazı gereğince kılın." ifadesini gerekçelendirmeye yönelik olduğunu da unutmamak gerekir. Şu hâlde namazın "mevkut" oluşundan maksat, hiçbir şekilde farzlığı değişmeyen sabit oluşudur. Dolayısıyla namaz, orucun yerine fidye verilmesi gibi bir başka şeyle değimez.(4:103)
HATA: Râgıp el-İsfahani, el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Bir şeyi kastettiği hâlde başka bir şeyi elde eden kimse için 'hata etti' denir. Eğer elde ettiği şey kastettiği şeyse, bu sefer 'isabet etti' denir. Hoş olmayan bir fiili işleyen veya yakışık olmayan bir şeyi isteyen kimse için de 'hata etti' denir. Bu yüzden, 'hataya isabet etti' ve 'doğruyu bulmada yanıldı', 'doğruya isabet etti' ve 'yanlışlıkta hata etti, yanıldı' denir. Görüldüğü gibi bu, ortak bir kelimedir; değişik anlamlar arasında gidip gelmektedir. Gerçekleri araştıran bir kimsenin, üzerinde durup bunları incelemesi gerekir." Ragıp devamla şunları söyler: "Hata ve kötülük anlamlarına gelen 'hatîe' ve 'seyyie' kelimeleri birbirlerine yakındırlar. Ancak 'hata' genellikle yapılması bizzat kastedilmeyen şeyle ilgili olarak kullanılır ve gerçekte insanın bu kastı, böyle bir fiilin ondan sâdır olmasına sebep olur. Av hayvanını vurayım derken bir insanı vuran ya da sarhoş edici bir içki içip sarhoşken bir cinayet işleyen kimsenin durumu gibi. Burada iki sebepten söz edebiliriz: Birini işlemek sakıncalıdır. Sarhoş edici şarabı içmek yani. Dolayısıyla insan, bundan kaynaklanan hatadan sorumludur ve bu hatanın doğurduğu sonuç ondan asla ayrılmaz. Diğeri ise, sakıncalı değildir. Av hayvanını vurmak yani.""Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: 'Yanılarak yaptığınızda size bir günah yoktur; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır.' (Ahzâb, 5) Nitekim bir başka ayette de şöyle buyuruyor: 'Kim bir hata veya günah işler de...' (Nisâ, 112) Şu hâlde burada geçen 'hata' ile, istemeden işlenen fiil kastediliyor." (el- Müfredat'tan aldığımız alıntı burada son buldu.) Bana öyle geliyor ki, "hatîe" kelimesi, kullanım çokluğu dolayısıyla mevsufa gerek duymayan sıfatlar türündendir. "Musibet", "reziyye=musibet, belâ" ve "selika=tabiat, yaratılış" gibi. "Feîl" kalıbı (sıfat-ı müşebbehe), olayın birikmesine ve kalıcılık kazanmasına delâlet eder. Şu hâlde "hatîe", hatanın birikip kalıcılık kazandığı fiil demektir. Hata, insanın kastetmeden işlediği fiil demektir. Yanlışlıkla adam öldürmek gibi. Bu kavramla ilgili asıl anlam budur. Ancak gitgide anlam daha geniş tutuldu ve salim bir fıtrata sahip bir insanın kastetmemesi gereken fiiller anlamında da kullanılır oldu. Dolayısıyla anlamın bu genişletilmiş hâliyle, her günah ve günahın her türlü etkisi, "hata" kavramının nesnel karşılığının kapsamına girer. "Hatîe=hata", insanın kastetmediği amel veya amelin etkisidir (bu durumda günah olarak değer kazanmaz) ya da kastedilmemesi gereken bir şeydir (bu durumda da günah veya günahın vebalı olarak değerlendirilir). Fakat yüce Allah, "Kim bir hata... işler" ifadesinde, hatayı insanın kazanmasına nispet etmiştir. Dolayısıyla burada kastedilen, günah nitelikli hatadır. Bu bakımdan ayette geçen "hatîe" kelimesi ile, kastedilmemesi gereken bir fiili bilerek işlemek durumuna işaret edilmiştir. (4:112)
REMY: Kötü ameli başkasına nispet etmenin, "ok atma" anlamında kullanılan "remy" kelimesiyle ifade edilmesinde, aynı şekilde iftira atmanın vebalini kabullenmeyle ilgili olarak "ihtimal=yüklenmek
kelimesinin kullanılmasında, latif bir istiare sanatı örneği vardır. Sanki iftiracı kişi, suçsuz insana bir ok fırlatarak onu öldürüyor ve bu öldürmesi ona hayatı boyunca her türlü hayırdan alıkoyucu, kendisinden ayrılmayan bir yük bindiriyor. (4:112)
ŞAKK: "Yuşâkik" kelimesi, "şakk" kö-künden gelir ve bir şeyden ayrılan parça demektir. Buna göre, "yuşa-kik" kelimesinin mastarları olan "muşâkka" ve "şikâk" kelimeleri, kişi-nin arkadaşınınkinden ayrı bir parçada, bir şıkta olması demektir. Bu ise karşı çıkmaktan, muhalefet etmekten kinayedir. Dolayısıyla, doğru yol belli olduktan sonra Resule karşı çıkmak, ona muhalefet etmek ve ona itaat etmemek demektir.(4:115)
UNSA: "İnas" kelimesi, "unsa" nın çoğuludur. Araplar, "Enus-el hadîdu enesen=demir büküldü, yumuşak oldu" ve "Enus-el mekanu=yer çabuk ve çok bitki verdi." derler. Dolayısıyla kelimede etkilenme ve edilgenlik anlamı esas tır. Bu yüzden dişi canlılara "unsa" adı verilmiştir. Allah'tan başka
kulluk sunulan tüm mabutlar ve putlar da "inas" diye nitelendirilmişlerdir. Bunun nedeni, onların edilgen, etkilenen şeyler olmaları, onlara tapanların beklediği türden bir etkinlik yapma gücünden yoksun olmalarıdır. (4:117)
MERİD: "El-merîd" kelimesi, her türlü hayırdan ari ya da mutlak olarak çıplak demektir. Beydavî kendi tefsirinde der ki: "el-Merîd" ve "el-mârid" hiçbir hayırla ilgisi olmayan demektir. Terkibin aslı, düz ve yumuşak olma anlamına gelir. Yani, yumuşaklık ifade eder. "Sarh-un mumerred" (yumuşak, düzgün taht) "Gulamun emred" (bıyığı henüz terlemiş, tüysüz delikanlı), "Şeceret-un merdâ" (Yaprakları az ve seyrek ağaç)..." (Beydavî'den aldığımız alıntı burada son buldu.) (4:117)
DEREK: "ed-Derek" -bazen de "ed-derk" olarak okunur- kelimesi ile ilgili olarak Ragıp el-İsfahanî şunları söyler: "Derek" kelimesi, "derec" kelimesiyle aynı anlamı ifade eder. Fakat, "derec"de yukarı doğru yükseliş esas alınırken, "derek"de aşağıya doğru alçalış esas alınır. "Cennet dereceleri" ve "Cehennem derekeleri" ifadelerinde, kelimelerin bu özellikleri esas alınmıştır.(4:145)
ZEBUR: Bir görüşe göre "Zebur", mektup=yazılmış demektir. Çünkü Araplar "yazdı" anlamında "zebere" fiilini kullanırlar. Dolayısıyla "Zebur" kelimesi, "mezbur=yazılmış" demektir. (4:163)
BURHAN: "Kesin delil" olarak anlamlandırdığımız "burhan kelimesiyle ilgili olarak Ragıp el-İsfahanî
der ki: "Burhan, kanıtlama amaçlı açıklama demektir. 'Ruc-han' ve 'sunyan' gibi, 'fu'lan' kipinden gelir. Bazılarına göre bu kelime, 'berehe-yebrehu=beyaz oldu' fiilinin mastarıdır." (Rağıptan aldığımız alıntı burada son buldu.) Dolayısıyla bu kelime, hangi kökten ve hangi kalıptan olursa olsun mastardır. Kimi durumlarda, özellikle delil ve kanıt anlamında kullanıldığında
fail anlamını ifade eder. (4:174)
CAHİM: Ragıp el-İsfahanî şöyle der: "el-Cahme-tu" ateşin şiddetle alevlenmesi demektir. "Cahîm" kelimesi de bu kökten gelir. (5:10)
İCBAR: "İcbar" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle bir başkasını diğer birini düzeltmeye yöneltmek anlamını ifade eder. Ne var ki, bu ifade salt zorlama anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden
biri, "Ecber-tuhu ala keza" dediğinde, bu "onu zorladım" demektir... Bir insanı nitelemek anlamında "cabbar" niteliği kullanıldığı zaman, denmek isteniyor ki bu insan, hakketmediği bir üstünlük iddiasında bulunmak suretiyle bir eksikliği gideriyor. Dolayısıyla bu nitelik sadece yergi anlamında kullanılır. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Ve her inatçı zorba perişan oldu." [İbrâhim, 15], "Beni baş kaldıran bir zorba yapmadı." [Meryam, 32], "Orada zorba bir millet var." [Mâide, 22]
Bir şeyin akranlarına, hem cinslerine baskın çıkması, üstün olmasıyla düşünülebilir olduğundan Araplar, "Nahletun cebbaretun" (iri hurma ağacı) ve "nâketun cebbaretun" (kocaman deve) derler." Ragıp-'tan ihtiyaç duyduğumuz kadarıyla yaptığımız alıntı burada son buldu. Bundan da anlaşılıyor ki, "zorbalar" (cebbarin)dan maksat, halkı kendi isteklerine göre hareket etmeye zorlayan güç ve iktidar sahipleridir. (5:22)
NEBE: "en-Nebe" ise, yararlı ve olumlu etkiler bırakan haber demektir. (5:27)
BEVA-NEBVE: Ragıp el-İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde diyor ki: "el-Bevâ kelimesi, etimolojik olarak, bir şeyi oluşturan parçaların yer bakımından eşit oluşunu ifade eder. 'en- Nebve' ise, bunun tam aksini, yani bir yerin parçalarının uyumsuzluğunu, girintili, çıkıntılı oluşunu ifade eder. Bir yer, konaklayan kimse açısından uyumsuz, girintili çıkıntılı değilse ona, 'Mekanun bevâun' (düz yer) derler. 'Bevve'tu lehu mekanen' yani, yeri düzelttim. Parçaları uyumlu hâle geldi."(5:29)
VERA’ : "Yuvârî" fiilinin mastarı olan "elmuvarat" kelimesi, örtmek demektir. Kendini örtünme anlamında kullanılan "Tevârîi" ise, buradan gelir. "el-Vera" da bu kabildendir; bir şeyin ötesi, arkası anlamında kullanılır. (5:31)
MUHEYMİN: "Müheymin" kelimesinin mastarı olan "heymene" kelimesi, bir şeyin bir şeye egemen olması demektir. Bu ise, -kelimenin anlam kökünden anlaşıldığı kadarıyla- bir şeyin koruma, denetleme ve üzerinde çeşitli tasarruflarda bulunma açısından başka bir şey üzerinde otorite sahibi olması anlamına gelir. (5:48)
İTTİHAZ: "Tettehizû" kelimesinin mastarı olan "ittihaz=edinme" ifadesiyle ilgili olarak Mec-ma-ul Beyan tefsirinde şöyle deniyor: "İttihaz; bir şeyi bir iş için hazırlamak amacıyla ona güvenip dayanmak demektir. Bu kelime, 'ahaze' fiilinin 'iftial' kalıbına uyarlanmış türevidir. Aslı 'i'tihaz'dır. Sonra hemzenin biri 'ta'ya dönüştürülmüş ve bu 'ta' da öbür 'ta'da idgam edilmiştir. Tıpkı 'va'd' kökünden türeyen 'ittiad' gibi. 'Ahz'ın birkaç anlamı vardır. 'Ahaz-el kitabe' dediğin zaman, kitabı eline almasını kastetmiş olursun. 'Ahaz-el kurbane' dediğin zaman, kurbanı kabul etmesini kast-ediyorsun. 'Ahazehu'llahu min me'menihi' dediğinde ise öldüğünü kast-ediyorsun. Bu kelimenin asıl anlamı ise, bir şeyin bir yönden başka bir yöne geçmesidir." Mecma-ul Beyan'dan alınan alıntı burada sona erdi. (5:51)
İRTİDAT: "Yertedde" kelimesinin mazi fiili "irtedde"dir.] "İrtedde an dinihi" ise dininden döndü, anlamına gelir. Dindarların literatüründe "irtidat" kelimesi, imandan küfre dönmeyi ifade eder. Bu imanından önce küfrün olması ile olmaması arasında, bu nitelikle anılma açısından herhangi bir fark yoktur. Bir kâfirin inanması, ardından tekrar küfre dönmesi gibi. Önceden kâfirken Müslüman olan, ardından tekrar küfre dönen insanın irtidadı, "Millî irtidat"; Müslüman bir aileden dünyaya geldiği için önceden küfre sapması söz konusu olmayan bir kimsenin dinden dönüşü de "Fıtrî irtidat" olarak isimlendirilir. [Bu anlamlar, bu kelimenin asıl anlamları durumuna gelmişlerdir. Mecazî bir kullanım söz konusu değildir. Ancak bu kullanım, ya İslâm'ın getirdiği bir olgudur -ha-kikat-ı şer'iye- veyahut Müslümanlar arasında yaygınlaşan bir kullanımdır -hakikat-ı müteşerria-.] (5:54)
CİLT 6
İSMET: Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Ayette geçen 'ya'simuke=seni korur' kelimesinin kökü olan 'asm' tutmak, engellemek demektir. Bu kelimenin başka bir türevi olan 'itisam' ise tutunmak demektir... İsam'da bir şeyi bağlamaya yarayan bağ anlamındadır. Peygamberlerin ismeti, onların Allah tarafından korunması demektir. Yüce Allah bu korumayı çeşitli şekillerde gerçekleştirmiştir. En başta onlara maya ve karakter saflığı bağışlamış. Sonra onları cismanî ve ruhanî üstünlüklerle donatmış. Sonra onlara desteğini sunarak ayaklarını yere sağlam basmalarını sağlamış. Sonra onlara huzur ve sükûnet indirmiş, kalplerini korumuş ve onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim yüce Allah Peygamberimize (s.a.a), 'Allah seni insanlardan korur.' buyurmuştur." "Bilezik gibi kola takılan takıya da 'ismet' denir. Bileziğin kol üzerindeki yerine ise 'mi'sem=bilek' denir. Bunun gibi bukağılıktaki beyazlığa da bileziğe benzetilerek 'ismet' denir. Tıpkı ayaktaki beyazlığa 'bağ' dendiği gibi. Bunun gibi kızılca kargaya da 'Gurabun A'sem' denir." (5:67)
RAHİP-RUHBAN: "Ruhban" kelimesi "rahib" kelimesinin çoğuludur, bazen tekil olarak da kullanılır. Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Rehbet ve Ruhb, sakınmayla birlikte olan korku demektir... Terehhub, tapınma demektir. Rehbaniyet (ruhbaniyet), aşırı korkudan kaynaklanan tapınmada çok ileri gitmek anlamına gelir. Yüce Allah 'Onların uydurduğu rehbaniyet...' diye buyurmuştur. 'Ruhban' kelimesi hem çoğul, hem de tekil olarak kullanılır. Onu tekil olarak kullananlar çoğulunu 'rehabîn' şeklinde getirirler." (5:82)
KEFFARET: "Keffaret" kelimesi, örtme anlamındaki "küfr" kökünden gelir. Şer'î bir terim olarak günahın kötülüğünün bir şekilde örtülmesini sağlayan davranış anlamını taşır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "...küçük günahlarınızı örteriz (affederiz)." (Nisâ, 31) Ragıp İsfahanî, "Keffaret, günahı örten davranıştır. Yemin keffareti de bu kategoriye girer." diyor.(5:89)
ADV-ADAVET: 1-'Adavet' kelimesinin kökü olan 'adv' tecavüz ve uyuşmazlık demektir. Bu kelime kimi zaman kalple ilgili olarak kullanılır. O zaman 'adâvet ve muâdât'[=düşmanlık] şeklinde olur. Kimi zaman yürümekle ilgili uyumsuzlukta kullanılır. O zaman 'adv' [=koş-mak] şeklinde kullanılır. Bazen insanlar arası ilişkilerde adaleti ihlâl etme anlamına gelir. O zaman 'udvan ve adv' şeklinde kullanılır. 'Taşkınlığa kapılarak körü körüne Allah'a söverler.' [En'âm, 108] ayeti buna örnektir. Bazen de oturulan yerin bölümlerinin uyumsuzluğu anlamına gelir. O zaman 'adva’' şeklinde kullanılır ve bölümleri birbiri ile uyumsuz ikâmetgâh demek olur. 'Muâdât' ve düşmanlık anlamında olan 'aduvv=düşman' kelimesi, hem düşman kişi [tekil], hem de düşman kavim [çoğul] için kullanılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Bazınız bazınıza düşmandır.' Hem 'idâ', hem de 'a'dâ' olarak çoğul bağlanır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Allah'ın düşmanları ateşe sürüklendikleri gün...' (Fussilet, 19)" (5:91)
TAAM: "Taimû" fiilinin kökleri olan" ta'm ve taam" kelimeleri yemek yemek anlamına gelir. Bu kelime yiyecekler için kullanılır, içecekler için kullanılmaz. Medinelilerin dilinde ise özel olarak buğday anlamına gelir. Bu kelime bazen de tatmak anlamına gelir. O zaman yemek anlamında kullanıldığı gibi içmek anlamında da kullanılır. Nitekim, "Kim ondan (ırmağın suyundan) içerse, artık o benden değildir. Kim de onu tatmazsa, bendendir; eliyle bir avuç içenler başka."(Bakara, 249) ayetinde içmek anlamında kullanıldı. Bazı rivayetlere göre de Peygamberimiz (s.a.a) zemzem suyu hakkında "O hem bir içecek, hem de hastalıklar için şifadır." buyurarak bu kelimeyi içecek anlamında kullanmıştır. (5:93)
HARAM-İHRAM: “Hurum" kelimesi sıfat-ı muşabbehe olan "harâm" kelimesinin çoğuludur. Mecma'ul-Beyan tefsirinde şöyle geçer: "Racul'un harâm'un ve muhrim'un, bir anlama gelir [yani ihramlı kişi]. 'Racul'un helâl'un ve muhill'un' bir anlama gelir [yani ihramdan çıkan şahıs]. 'Ahrem'er-recul' haram aya girmek, Harem-i Şerif'e girmek ve hac için ihrama girmek anlamlarına gelir. Haram da ihram anlamına gelir. 'Ben Peygambere ihramlı iken güzel koku sürerdim.' rivayetinin orijinalinde kullanılan 'harem' bu anlama örnektir. Kelimenin asıl anlamı engellemektir. Kadınlara 'harem' denmesinin sebebi, erkeklerin onları başkalarından korumalarıdır. Bu kökten türeyen 'mahrum' kelimesi de rızkı engellenmiş kimse demektir." (5:95)
KIYAM: "Kıyam" kelimesi, bir şeyin ayakta durmasını sağlayan şey anlamına gelir. Ragıp İsfahanî şöyle diyor: "Kıyam ve kıvam kelimeleri bir şeyin ayakta durmasını, yani sabit olmasını sağlayan şeyin adıdır. Nitekim 'imad ve sinad' kelimeleri de direk ve dayanak anlamına gelir.Çünkü bunlar dayanma ve destek sağlıyor. 'Allah'ın sizin için geçim kaynağı ve yaşayış vesilesi kıldığı mallarınızı beyinsiz (yetim)lere vermeyin.' [Nisâ, 5] buna örnektir. Yani Allah mallarınızı sizi ayakta tutmanın vesilesi kıldı." "Buna başka bir örnek 'Allah, Kâbe'yi o saygıdeğer evi insanlar için bir dayanak kıldı.' [Mâide, 97] ayetidir. Yani Allah Kâbe'yi insanların dünyalık geçiminin ve ahiretlerinin ayakta durmasına sebep kıldı. Asemm'e göre, bu ayakta durma Kâbe'nin sonsuza kadar geçerli konu-munu sürdüreceği anlamına gelir. Bazıları ayette geçen kelimeyi 'kıyem'en' olarak kıraat etmişlerdir ki, o da kıyamla aynı anlamı taşır." (5:97)
İYD: “İd=bayram" kelimesi, "avd=dönme, tekrarlanma" kökünden gelir. Bir olayın bayram olabilmesi için periyodik olarak ve sınırsız bir ekilde nesilden nesile aktarılarak tekrarlanması gerekir. (5:114)
DÛNE : "Dûne" kelimesi, sonuç itibariyle "başka" anlamında kullanılır. Ragıp İsfahanî bu kelimeyi şöyle açıklıyor: "Bir işi yapmaktan âciz olan kişi için 'dûne' denir. Bazıları bu kelimenin, 'dunuv' kalıbından türediğini söylüyor. 'Edven' kelimesi ise, 'deni=aşağı mertebede olan' anlamındadır. 'Lâ tettehizû bitâneten min dûnikum=ken-dinizden başkasını kendinize sırdaşedinmeyin.' (Âl-i İmrân, 118) ayeti, dindarlıkta sizin seviyenizden aşağıda olanları sırdaş edinmeyin, anlamındadır. Bir başka görüşe göre de, akrabalıkta sizin seviyenizden aşağıda olanları sırdaş edinmeyin, demektir. 'Yeğfiru mâ dûne zâlike limen yeşâu=Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.' (Nisâ, 116) ayeti ise, ondan (Allah'a ortak koşmaktan) daha küçük olan günahları affeder, demektir. Bir görüşe göre de, onun dışında kalan günahları affeder demektir ki, bu iki anlam arasında sıkı bir bağlılık vardır; her biri diğerinin kaçınılmaz sonucudur.'Sen mi insanlara, 'Allah'tan başka beni ve annemi de iki tanrı edinin.' dedin?' ayetinde ise bu kelime, Allah'tan başka anlamına gelir." Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu."Min dûnillah=Allah'tan başka" ifadesi Kur'ân'da ayrı ve bağımsız bir ilâhın varlığını iddia etmek için değil, yüce Allah'a ortak koşmakanlamında kullanılır. (5:116)
MÜLK-MİLK: "Mülk" kelimesinin bir başka okunuşşekli olan "milk", nesneler üzerindeki özel bir egemenlik demektir. Bunun belirtisi mülk sahibinin tasarruf edebildiği alanda iradesinin geçerliliğidir. "Mülk" ise nesneler arasındaki düzenle ilgili özel bir egemenliktir. Bunun belirtisi de gücün etkili olduğu alanda iradenin geçerli olmasıdır. Daha sade bir ifade ile "milk" fertle, "mülk" ise toplumla bağlantılıdır. (5:120)
CİLT 7
CEĞALE-HALAGE: "Ca'l" sözcüğü "yaratma" anlamına gelir. Ne var ki, yaratma anlamına gelen "khalk" kelimesi, etimolojik yapısı itibariyle, elbisenin yıpranması anlamını içerdiğinden, çeşitli ögelerin bileşiminden bir şey meydana getirmek anlamını ifade eder. "Ca'l" için ise böyle bir ayrıntı söz konusu değildir. Belki de, göklerin ve yerin yaratılışından söz edilirken “khalk” sözcüğünün kullanılması, buna karşın karanlığın ve aydınlığın yaratılmasından söz edilirken de “ca’l” sözcüğünün kullanılması, karanlık ve aydınlığın aksine göklerin ve yerin varoluşunda terkip olgusunun söz konusu olmasından kaynaklanmış olabilir. Bu yüzden karanlık ve aydınlığın yaratılışından söz edilirken “ca’l” sözcüğü kullanılmıştır. Yine de doğrusunu Yüce Allah bilir. (6:1)
ECEL: “Ecel” sözcüğü , kullanım itibariyle, sürenin tamamı anlamına gelen “ecel” sözcüğünün bir ayrıntısı mahiyetindedir.Yani sürenin sonu anlamındaki “ecel”, önceleri “biten, tamamlanan süre”anlamında “ecel-i makziy” şeklnde kullanılmış, daha sonra nitelik hazfedilerek nitelenenle yetinilmiştir. Dolayısıyla “ecel” (süre) dendiğinde akla “biten süre” anlamı gelmiştir. Ragıp İsfehani el-Müfredat adlı eserinde der ki: “İnsanın hayatı için öngörülen süreye ‘ecel’ denir.Dolayısıyla ‘eceli geldi’ dendiğinde, bunun anlamı ‘ölümü yaklaştı’ dır. Sözcüğün asıl anlamı, sürenin tamamlanmasıdır.(Ragıp’tan alıntı burada son buldu) (6:2)
KARN: Ragıp İsfehani el-Müfredat adlı eserinde (ayetin orjinalinde geçen “karn=nesil” ifadesi ile ilgili olarak) der ki: ”Karn, aynı zamanda yaşayan kavim demektir.Çoğulu ‘kurûn’dur”(6:6)
MİDRÂR: Ragıp İsfehani el-Müfredat adlı eserinde der ki: “Midrâr kelimesinin aslı ’derr’ ve ‘dirre’dir ve süt anlamına gelir. Bu kelime, devenin isimleri ve sıfatlarının istiare yollu başka anlamlarda kullanılmasından hareketle yağmur anlamında kullanılmıştır. Araplar, ‘lillahi derruhu=ne cömert adam ‘ ve ‘derre derruke=hayırlı olsun,ne güzel yaptın’ derler.Yine aynı sanatın bir yansıması olarak ’lissuki derretun=çarşı ilgi gördü, bol alışveriş yapıldı’ derler.”(6:6)
LEBS: "Lebs" sözcüğü, çirkinliğinden veya gerektirici başka bir nedenden dolayı bir örtüyle bir şeyi örtmek demektir. Bu sözcük "lubs" şeklinde telaffuz edildiğinde ise, hakkın üzerini örtme anlamını ifade eder. Bana öyle geliyor ki, bu kullanımda esas alınmıştır ve aslında her iki telaffuzun anlamı birdir.Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki:"Lebis'es-sevbe=Giysiyi giydi, demek, 'Onunla örtündü' demektir. 'Elbesehu gayrehu= Giysiyi başkasına giydirdi.' 'el-Lubs' kelimesinin asıl anlamı, bir şeyi örtmektir. Bu anlamda daha çok soyut kavramlar ile ilgili olarak kullanılır. Meselâ, 'Lebiset aleyhi emruhu=İşi karışık oldu' derler. Yüce Allah da şöyle buyuruyor: 'Onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük' [En'âm, 9] 'Hakkı batıl ile karıştırmayın.' [Bakara, 42] 'Neden hakkı batılla karıştırıyorsunuz?' [Âl-i İmrân, 71] 'İnananlar ve imanlarını bir haksızlıkla bulamayanlar...' [En'âm, 82] Araplar, 'Fi'l-emri lebsetün=Bu işte bir karışıklık var' derler." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.) (6:9)
HÂKA: "Hâka" fiilinin kökü olan "el-hayk", ârız olmak ve isabet etmek anlamını ifade eder. Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre, 'hâka' fiilinin aslı 'hakka'dır Sonra bu sözcük 'hâka'ya dönüşmüştür. 'Zelle'nin 'zâle'ye dönüşmesi gibi. Nitekim, 'Fe ezellehum'eş-şeytanu' ifadesi, 'Fe ezâlehuma...' şeklinde de okunmuştur. 'Zemmehu' ve 'zâmehu' sözcükleri arasında da benzeri bir ilişki vardır." (el-Müfredat'tan alınan alıntı sona erdi.) (6:10)
KAHİR:"Kahir" kelimesinin kökeni olan "kahr" sözcüğü, bir tür galibiyeti ifade eder. Bu galibiyet, bir şeyin bir şeye üstün gelmesi, baskın çıkması şeklinde kendini gösterir. Buna göre, doğaları itibariyle veya başka bir şekilde etkileri birbiriyle çelişen mağlup taraf kendi etkisini yitirip galip tarafın etkisini kabullenmek zorunda kalır. Sözgelimi, su ateşe üstünlük sağlarsa, onu sönmek zorunda bırakır. Buna karşın ateş de suya üstün gelirse, onu buharlaşmak, ıslaklığını yitirip kurumak zorunda bırakır. Yüce Allah'ın etkin kıldığı evrensel sebepler de, müsebbeplerini etkileyerek olayların meydana gelmesi için öngörülen araçlar konumunda olduklarına göre, bu sebepler ne olursa olsun, yüce Allah'ın kendileri hakkında ve kendilerinden istediği şey hususunda O'nun iradesine boyun eğmek zorundadırlar. Bu nedenle, bütün sebepler, yüce Allah'ın gücü ve iradesi karşısında makhur ve mağlup, O ise,her şeyin üstünde galip ve kahirdir. Dolayısıyla "Kahir" ismi, yüce Allah için olduğu gibi, başkaları için de kullanılabilen bir isimdir. Ancak Allah'ın kahir olmasıyla başkalarının kahir olması arasında bir fark vardır. Şöyle ki, yüce Allah'ın dışındaki varlıkların bir kısmı, diğer bir kısmını baskı altında tutarak bir şeye zorlayabilirse de, varlıklarının mertebesi ve oluşlarının derecesi açısından aynı düzeydedirler. Sözgelimi, ateş odunu yanıp alevlenme zorunda bırakır. Ama her ikisi de doğal varlıktır; sadece birisinin gerek tirdiği, doğal olarak diğerinin gerektirdiğinden farklıdır. Bu farklılık bağlamında ateş odundan daha güçlü olduğu için, odunun kendisini etkilemesine oranla, o odunu daha çok etkiler, üzerinde etkisini göstererek ona üstünlük sağlar. Ancak yüce Allah'ın kahirliği, ateşin oduna üstünlük sağlayıp etkinliği altına alması gibi değildir. O, mutlak üstünlük ve kuşatıcılık anlamında kahirdir, kahhardır. Örneğin, odun gibi bir cismi yakmayı, alevlendirmeyi yüce Allah'a izafe ettiğimizde, bunun anlamı şudur: Yüce Allah, ona bahşettiği sınırlı varlık bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Ona verdiği ve kendi eliyle (kudretiyle) içineyerleştirdiği özellikler ve nitelikler bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Onu yakması için tutuşturduğu ateş bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü ateşin kendisinin ve sahip olduğu bütün özelliklerin ve etkinliklerin sahibi O'dur. Ve odunun direncini kesmek ve onun yerine yanma özelliğini vermek bağlamında onun üzerinde kahirdir, zorlayıcı güce sahiptir. Bu yüzden, O'nun iradesi ve dilemesi karşısında odunun direnmesi, baş kaldırması, serkeşlik etmesi veya benzeri bir tavır içinde olması söz konusu olamaz. Çünkü oldukça yüce bir ufuktan gelen bir iradedir bu. O hâlde yüce Allah, kulları üzerinde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir; ama aynı zamanda onların üstündedir. O'nun zorlaması, birbirine denk iki şeyden birinin diğerini bir şeye zorlaması gibi değildir. Kur'ân, sonucu itibariyle bu konuyu en çarpıcı şekilde dile getirmiş ve bu surede bu niteliği yüce Allah'ın ismi olarak iki yerde zikretmiştir. Biri tefsirini sunduğumuz bu ayette, diğeri ise 61. ayette. Her iki yerde de "kullarının üstünde" kaydı getirilmiştir. Kaynaklarda, "galebe" sözcüğünün aksine, "kahr" sözcüğünün daha çok zorlanan varlıkların akıl sahibi olmaları durumunda kullanıldığı yönünde bir gözlem vardır. Bu yüzden Ragıp, bu kelimeyi, boyun eğdirme şeklinde açıklamıştır. Boyun eğmenin, akıl sahibi varlıklarla ilgili daha anlaşılır bir nitelik olduğu açıktır. Ama bu, gerçek anlamda veya mecaz olarak akıl sahibi olmayan varlıklar için de kullanılmasına engel teşkil etmez. Allah, kullarının üstünde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Onlara zarar ve hayır dokundurur, iradesi karşısında onlara boyun eğdirir. Kullarının yaptıkları işler, bıraktıkları etkiler açısından da onların üstünde kahir ve zorlayıcı güce sahiptir. Çünkü, kullarına temlik ettiği şeylerin maliki O'dur, kullarını kadir kıldığı şeylere kadir olan O'dur. (6:18)
FELAH: Kurtuluş anlamına gelen "felâh", "fevz", "necah", "zafer" ve "saadet kelimeleri, birbirlerine yakın anlamlar ifade eden kavramlardır. Bu yüzden Ragıp, "felâh" kelimesini, arzulanan şeyin elde edilmesi şeklinde açıklamıştır ki bu, "saadet"in anlamına yakın bir anlamdır. el- Müfredat'ta şöyle diyor:"el-Felhu; yarmak, ayırmak demektir. Araplar, 'el-Hadidu bil-hadidi yuflah=Demir demirle yarılır' derler. Çiftçiyede 'el-fellâh' denmesi, bu yüzdendir [toprağı yardığındandır]. 'el-Felâh' ise; zafer, kurtuluş ve arzulanan şeyin elde edilmesi demektir. Bu ise, dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki kısma ayrılır." "Dünyevî kurtuluş; dünya hayatını güzelleştiren, onu hoş kılan mutluluklara kavuşmak anlamına gelir. Bu mutluluklar; insanın varlığını sürdürmesi, zenginlik ve onurdur. Şair şu sözleriyle bunu kastetmiştir:" "İstediğin şekilde mutlu olmaya çalış. Bazen mutluluk, eksik bir akılla bile elde edilebilir ve ileri derecede zeki olan bir kimse onu yakalamayabilir." "Uhrevî kurtuluşu ise, dört kısma ayırabiliriz: Sonu olmayan kalıcılık. Yoksulluğu olmayan zenginlik. Zilleti olmayan onur. Cehaleti olmayan ilim." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.) Dolayısıyla şunu söylemekde mümkündür:"Felâh=kurtuluş", mutluluk demektir. Mutluluğun bu şekilde adlandırılmasının sebebine gelince; çünkü insan, istediği şeyi elde etmek, arzuladığı şeye kavuşmak için etrafındaki engelleri yarması gerekir.(6:21)
ESATİR: "Esatîr" kelimesi de "ustureh" kelimesinin çoğuludur. el-Müberred'den nakledildiğine göre, bu kelimenin anlamı, yalan ve aldatmadır. Öyle anlaşılıyor ki, bu kelimenin aslı,yazı,ağaç veya insandan oluşan saf ve dizi demek olan "satır"dır. Ancak daha sonra, toplanan, düzenlenen ve tertip edilen yalan haberler dizisi anlamında kullanılması yaygınlaşmıştır.(6:25)
BEĞTETEN: Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şu açıklamaya yer veriliyor: "Ansızın gelen her şey için 'beğteten' ifadesi kullanılır. Araplar, 'Beğetehu'l- emru/yebğetuhu/beğteten' derler. Yani, falan iş ansızın başına geldi." (Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.) (6:31)
HASRU: Ragıp İsfahanî de el-Müfredat adlı eserinde (ayette geçen "hasret=vah" ifadesiyle ilgili olarak) şunları söyler: "el-Hasru; örtülü şeyin üzerindeki örtüyü açmak demektir. 'Hasertu an'iz-zira'=(Kolumu sıvayarak) dirseğimi açtım' derler. el-Hasir; üzerinde zırh ve miğfer bu- lunmayan kimse demektir. el-Mihsere; süpürge demektir. Yorgun, bitkin düşene de 'el-hasir' denir. Bunun nedeni, gücünün sıyrılıp gitmiş olması ve güçsüzlüğünün ortaya çıkmasıdır... el-Hasretu; elden kaçan şeyden dolayı üzülmeyi, pişmanlık duymayı ifade eder. Çünkü o şeyin elden kaçmasına sebep olan davranışıyla ilgili cehaleti artık sıyrılıp gitmiş ya da elden kaçan şeyden dolayı duyduğu üzüntüyle gücü sıyrılıp gitmiş veya elden kaçanı yakalamaya artık gücü kalmamıştır." (el-Müfredat'tan gerekli alıntı burada son buldu.) (6:31)
VEZERU: Ragıp İsfahanî de el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Vezeru; dağda sığınılan yer, sığınak anlamına gelir. 'Hayır,
sığınacak yer yoktur. O gün varıp durulacak yer, ancak Rabbinin huzurudur." [Kıyâmet, 11-12] el-Vizru; ağırlık demektir. Bu isimlendirmede, dağdaki sğınak örnek alınmıştır. Çünkü sığınak da dağ için bir ağırlık mahiyetindedir. Bu benzerlik itibariyle günah için 'es-sıklu' (ağırlık) niteliği kullanıldığı gibi, aynı anlama gelen 'el-vizru' niteliği de kullanılır. 'Kendi veballerini (evzar) tam olarak yüklensinler.' [Nahl, 25] 'Hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle beraber başka yükleri (eskal) taşıyacaklar.' [Ankebût, 13]" (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.) (6:31)
NİFAK: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "en-Nefak; tünel ve yer altında geçen yol demektir. Yüce Allah, 'Yerde bir tünel...' buyurmuştur. 'Nafikau'l-yerbu=Tarla faresinin yuvaları' deyimi de buradan gelir. 'Nafeka'l-yerbu'u ve nefeka' yani, 'Tarla faresi yuvasına girdi. 'Nifak' da buradan gelir ve 'Dine bir kapıdan girip diğer kapıdan çıkmak' anlamını ifade eder. Yüce Allah, bu duruma şu şekilde işaret etmiştir: 'Münafıklar, onlar fasıklardır.' Yani, onlar şeriattan/dinden çıkanlardır. Yüce Allah bir yerde, münafıkların kâfirlerden daha kötü olduklarını belirtmiştir: 'Münafıklar, ateşin en aşağı derekesindedirler.' Neyfaku's-se-ravil; herkesçe malumdur. (Pantolon veya şalvarın ağı demektir.)" (6:35)
SÜLLEM: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "es-Süllem; yüksek yerlere selâmetle çıkmak amacıyla kullanılan araca denir. Sonra yüksek bir şeye ulaşmak için aracı olarak kullanılan tüm sebepler için kullanılır olmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Yoksa onların üzerine çıkıp (göğün haberlerini) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var.' (Tûr, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyurmuştur:'Ya da gökte bir merdiven...' (En'âm, 35) Şair der ki: Bir merdiven aracılığıyla göklerdeki sebeplere ulaşırsa..." (el-Müfredat'tan alınan alıntı burada son buldu.) (6:35)
DABBE: "Ed-dâbbeh" yeryüzünde hareket eden, debelenen bütün canlılar için kullanılan bir isimdir. Ancak daha çok atlar için kullanılır."ed-Debb" ve "ed-debîb", yavaş yürüyüş anlamına gelir.(6:38)
ÜMMET: Ümmet ise, aynı amaç etrafında birleşen, o amaç doğrultusunda ilerleyen insan topluluğu demektir. Aynı din, aynı hukuk sistemi, aynı zaman ve aynı mekân etrafında birleşmek gibi. Bu kelimenin anlamının aslı, "yönelmek"tir. Biri bir şeye yöneldi mi, Araplar "emme/yeummu" ifadesini kullanırlar. (6:38)
BE’S-ZARR: "El-be'sâ" aynı kökten olan "el-be's", ve "el-bu's" kelimeleri darlık, zorluk ve istenmeyen şey anlamına gelir. Ne var ki, sözcüğün "el-bu's" şeklindeki türevi genellikle, savaş anlamında kullanılır. "el-Be's" ve "el-be'sâ" türevleri ise, savaş dışında yoksulluk, kuraklık ve kıtlık gibi diğer zorluklar anlamında kullanılır. "ez-Zarr" ve "ez-zarrâ" ise, gam ve cehalet gibi insan nefsine dönük veya hastalık ve sakatlık gibi bedene dönük ya da makam ve mevkii kaybetme, malı yitirme gibi bunların dışında kalan bir şeye dönük kötü durumları ifade eder. Ayette "be'sâ" ile "zarrâ" (darlık ile sıkıntı) kavramlarının birlikte kullanılmasının maksadı, kuraklık, sel ve deprem gibi dış dünyada yaşanan zorluklarla, bunlardan yana insanlara musallat olan korku, yoksulluk, kötü hâllere düşme gibi durumların birlikte gündeme getirilmesi olsa gerektir. (6:42)
DÜBÜR: "Dübür" bir şeyin ardı, arkası, gerisi demektir. Karşıtı, bir şeyin önü anlamına gelen "kubül" kelimesidir. Bu iki kelime ile, bir şeyin öndeki ve gerideki parçaları kastedilir. Nitekim bundan dolayı, insanın ön ve arka organlarına da kinayeli olarak bu isimler verilmiştir. Kimi zaman bu iki ifadenin anlamsal kapasiteleri geniş tutularak öndeki ve arkadaki parçalarından sonra gelen şey anlamında da kullanılır. Bu anlamıyla bir şeyin önü ve arkası, onun bir parçası olan şeyleri değil, ondan ayrı olan şeyleri ifade eder. Bu iki kelimeden anlamlarına uygun fiiller de türetilmiştir: Akbele, edbere, kabbele, debbere, tekabbele, tedebbere, istakbele ve istedbere gibi. Bu türevlerden biri de, ayette geçen "dâbir" kelimesidir ve bir şeyin arkasında kalan, onun ardından gelen şey demektir. Araplar, "ems'ud-dâbir=geride kalan dün" derler. Nitekim, "âmun kabil=gelecek sene" de derler. Bu daha çok vermeme şeklinde gerçekleştiği için, kapıyı kapama deyimi anlamda "dâbir", bir şeyin izi, eseri anlamında da kullanılır. İnsanın kendisinden sonrakilere bıraktığı şeyler ve diğer eserleri gibi. (6:45)
BEYYİNE: "Beyyine" açık kanıt demektir. Kelimenin kökü "beyan"dır ki açıklık anlamına gelir. Bu sözcüğün kökeninde, bir şeyin başka bir şeyden bir daha kavuşmayacak ve karışmayacak şekilde ayrılması, uzaklaşması anlamı yatmaktadır. "Beyn=ara, bevn=fasıla, beynûne=ayrılık" gibi sözcükler de bu kökten türemiştir. Kanıta "beyyine" denilmesi, hakkın batıldan ayrılmasını sağlamasından, sayesinde hakkı açıkça görmenin, zorlanmaksızın algılamanın mümkün olmasından dolayıdır. (6:57)
KERB: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Kerb; şiddetli üzüntü, gam demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurur: 'Onu ve ailesini büyük üzüntüden kurtardık.' el-Kurbetu; gumme gibi, gam ve üzüntü anlamına gelir. Bu kelimenin aslı, yerin eşilmesi, toprağın alt üst edilip sürülmesi anlamına gelen 'kirb' sözcüğüdür. Üzüntü de insan nefsini bu tür bir alt üst oluş durumuyla yüz yüze bırakır. Bir atasözünde şöyle denir: 'el-Kirabu ale'l-bakar=Toprağı sürmek öküzün işidir.' Ama bu, 'el-Kilâbu ale'l-bakar' anlamında değildir. Bu kelimenin, güneşin batmaya yüz tutması anlamına gelen el-kerb kökünden gelmiş olması da muhtemeldir. Araplar, 'İnaun kurban' derler. 'Karib' kökünden türeyen 'kurban' gibi. Yani, 'Kap, dolmaya yakındır.' Ya da bu kelime, el-kereb kökünden de türemiş olabilir. Bunun anlamı da, kovanın ipine sağlam bir düğüm atmaktır. Buna göre, üzüntünün el-kerb olarak isimlendirilmesi, kalbin içinde bir düğüm meydana getirmiş olmasından olabilir. Araplar, 'Ekrebtu'd-delve' derler. Yani, kovanın ipini sağlam bağladım." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.) (6:64)
BA’S: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Ba's sözcüğünün asıl anlamı, bir şeyi harekete geçirme ve yönlendirmedir. Araplar, 'Baastuhu fenbaase=Onu harekete geçirdim, o da hareket etti.' derler. Harekete geçirme, ilintili olduğu olguya göre farklı bir anlam ifade edebilir. Örneğin, 'Baast'ul-baire', 'Deveyi sürdüm' anlamına gelir. Bir ayette ise, 'Ve'l-mevta yeb'asuhumullah=Ölüleri ise Allah diriltir.' buyurulmuştur. Yani Allah, onları kabirlerinden çıkartır ve kıyamete doğru sürükler... Şu hâlde, 'ba's=harekete geçirme' iki kısma ayrılır. Bir kısmı beşerîdir. Deveyi sürmek ve bir insanı bir ihtiyaç peşinde göndermek gibi. Bir kısmı da ilâhîdir. Bu da iki kısma ayrılır: Birincisi: Objeleri, cinsleri ve türleri yoktan var etmek. Bu, salt yüce Allah'a özgüdür ve O'ndan başka hiç kimse buna güç yetiremez. İkincisi: Ölüleri diriltmek. Yüce Allah, İsa (a.s) gibi bazı velilerine bu özelliği bahşetmiştir." (Ragıp'tan alınan alıntı burada son buldu.) Kısacası, bu kelimenin anlamının esasında, bir şeyi kaldırma ve uyandırma anlamı yatmaktadır. Bu gerekçeyle yöneltme ve gönderme anlamında da kullanılır. Çünkü bir ihtiyaca yöneltme ve bir kavme gönderme olgusu, genellikle bir durgunluk, hareketsizlik ve dinginlikten sonra gerçekleşir. Buna göre, azabı harekete geçirmek anlamında azap göndermek, bu azabın her an onlara yönelebilecek, onların üzerine çökebilecek mahiyette olduğunu, ancak iman ve itaat gibi bir engelin bunun gerçekleşmesini engellediğini ima etmektedir.(6:65)
HAVZ: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Havz, suya dalmak ve sudan geçmek demektir. Bu ifade, istiare yoluyla işlerle ilgili olarak da kullanılır.Kur'ân'da genellikle dalınması yerilen hususlar bağlamında kullanılır." (Ragıp'tan yapılan alıntı son buldu.) Dolayısıyla bundan maksat, batıl sözlere başlayıp iyice dalmaktır. Gerçek olan ayetlerden söz edip onlarla alay etmek ve lâfı uzattıkça uzatmak gibi.(6:68)
BESLU: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Beslu, bir şeyi büzmek, toparlamak ve men etmek, alıkoymak demektir. Büzmek, toparlamak anlamını içerdiği için de, mecazî olarak, yüzün ekşitilmesi anlamında da kullanılmış, yüzünü ekşitene 'bâsil' ve 'mübtesil'ül- vech' denilmiştir.Men etme ve alıkoyma anlamını içerdiği için de, engellenen, yoksun bırakılan ve elinde ipotek bulunduran kimseye 'besl' denmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Ve onunla (o Kur'ân'la) hatırlat ki kişi, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmasın.' Yani, sevaptan mahrum bırakılmasın. 'Haram' ile (engellenilen anlamında) 'besl' arasındaki fark, 'haram'ın genel olması, hem hüküm ve yasayla yasaklanan şeyleri, hem de baskı ve zorla yasaklanan şeyleri kapsıyor olmasıdır. 'Besl'in ise, sadece baskı ve zorla yasaklanan şeyleri ifade ediyor olmasıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 'İşte onlar, kazandıkları (günahlar) sebebiyle alıkonmuşlardır.' Yani, sevaptan yoksun bırakılmışlardır." (el-Müfredat'tan yapılan alıntı son buldu.) Mecma'ul-Beyan adlı tefsirde şöyle deniyor: "Araplar, 'Ebseltuhu bi-cerîretihi' derler. Yani, suçundan dolayı onu teslim ettim. el-Müstebsil; kurtulamayacağını bildiği için teslim olan kimse demektir. Ahfeş der ki: Tubsilu, 'cezalandırıyorsun' anlamını ifade eder. Yine ‘tubsilu' ifadesinin 'ipotek ediyorsun, rehine koyuyorsun' anlamına geldiği de söylenmiştir. Dikkat edilirse bunlar, birbirine yakın anlamlardır.” (6:70)
SENEM: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: Senem; gümüşten, bakırdan veya ağaçtan yapılan bir canlı figürüdür. Putperestler bunlara kulluk sunarak onlar aracılığıyla Allah'a yaklaşmayı amaçlıyorlar. Çoğulu "esnam"dır. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen putları (esnam) tanrılar mı ediniyorsun?" "...Andolsun putlarınız (esnam) için bir tuzak kuracağım." (el-Müfredat'tan alınan alıntı buradasona erdi.) (6:74)
CENNE: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "Cenne" sözcüğünün anlamı; bir şeyin duyulardan gizlenmesidir. Araplar, "Cenneh'ul-leyl ve ecennehu ve cenne aleyhi" derler. "Cennehu" yani, gece onu örttü." "Ecennehu" yani ona gizleneceği bir şey sağladı. Tıpkı “kabartuhu=onu defnettim" ve "akbartuhu=ona mezar hazırladım" ve "sakeytuhu=ona su içirdim" ve "askaytuhu=su içmesi için ona bir şey sağladım" dememiz gibi. "Cenne aleyhi keza" yani, üzerini örttü. Yüce Al- lah, "cenne aleyhi'l-leyl" yani, "Üzerine gece çökünce bir yıldız gördü." buyurmuştur. (Ragıp'tan alınan alıntı burada sona erdi.) Şu halde “cenne’l leyl” deyimiyle karanlığın iyice çökmesi kasdedilmiştir, sırf güneşin batmasıyla birlikte ortalığın kararması değil. (6:76)
FETRU-FITRAT: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Fetru" kelimesi, aslında boyuna yarmak anlamına gelir. Araplar, "Fetare fulanun keza fetran" [yani, falan adam falan şeyi yardı], eftare [yani oruç açtı, iftar yaptı], futûr [oruçlu insanın orucunu açmak için yediği yiyecek], infetare infitâren [yarıldı] derler. Yüce Allah, "Hel tera min futûr=Bir bozukluk görebiliyor musun?" [Mülk, 3] buyurmuştur. Ayette futûr kelimesi bozukluk, çürüklük anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla yarma bazen yıkıcı, bazen de yapıcı anlam ifade eder. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Gök onun dehşetinden yarılır. Allah'ın vaadi mutlaka yapılmıştır." [Müzzemmil, 18] "Fetartu'ş-şate=Koyunu iki parmakla sağdım."Fetartu'l-acîn=Hamuru yoğurdum ve mayalanmasından önce ekmek pişirdim." Bu kökten türeyen bir türev de "fıtrat" kelimesidir. “Fetarellah'ul-halke=Allah varlıkları yarattı." Burada kastedilen, yüce Allah'ın varlıkları kendileri için öngörülen fiilleri işleyebilecek nitelikte yaratmasıdır. Dolayısıyla yüce Allah'ın, "Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtratı..." ifadesi, O'nun insanların içine, öz doğasına kendisinin bilinmesini sağlayacak donanımı yerleştirmesine yönelik bir işarettir. Dolayısıyla "Allah'ın fıtratı"ından maksat, yüce Allah'ın insanın öz doğasına yerleştirdiği iman etme yeteneğidir. "Eğer onlara, kendilerini kimin yarattığını sorsan, muhakkak ki, Allah, diyecekler." ifadesiyle de bu gerçeğe işaret edilmiştir. (Ragıp'tan, burada sona erdi.).(6:79)
HANEF-HANİF: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Hanefu; sapıklıktan doğru yola yönelme, eğilim gösterme demektir. el-Cenefu; doğru yoldan sapmaya yönelme, eğilim gösterme anlamına gelir... Bu yüzden Araplar, hac ziyaretinde bulunan veya sünnet olan herkesi 'hanif' diye isimlendirirler. Bununla onun İbrahim'in (a.s) dini üzere olduğuna dikkat çekmek isterler. el-Ahnef; ayağında eğrilik olan kimse. Bazılarına göre, ayağında eğrilik olanın bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni uğur temennisidir, bazılarına göre de sırf eğilimi ifade eden bir istiareli kullanımdır." (Alıntı sona erdi.) (6:79)
İCTİBA:Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şunları söylüyor: Araplar: "Cebeytu'l-mae fil havzi=Suyu havuzda topladım." derler. Suyu içinde toplayan havuza "cabiye" derler. Çoğulda ise "cevab"in kelimesi kullanılır. Çoğul kullanımı Kur'ân'da geçer. Yüce Allah şöyle buyurur: "Vecifan-i ke'l-cevab=Havuzlar kadar leğenler..." [Sebe', 13] Bu temel anlamdan hareketle kinayeli olarak vergi toplama işi için de "cibaye" kelimesi kullanılır. "Cebeytu'l-harace" yani vergi topladım. Bu ayet de bu anlamın bir örneğidir: "Her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği." [Kasas, 57] Bu maddenin türevi olan "ictiba" ise, seçerek toplamak anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Fectebahu Rabbuhu" yani, "Rabbi onu seçti." [Nahl, 121] Ragıp İsfahanî devamla şöyle der: Yüce Allah'ın bir kulu seçmesi, ona özel bir ilâhî feyiz bahşetmesi anlamına gelir. Kul bu feyiz sayesinde kendinden hiçbir çalışma olmadan türlü nimetleri eldeeder. Bu, peygamberlere, onlara yakın mertebelerde bulunan ve onlarla birlikte anılan sıddıklara ve şehitlere özgü bir niteliktir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İşte böylece Rabbin seni seçecek..." [Yûsuf, 6]" Rabbi onu (Yunus'u) seçti ve salihlerden kıldı."[Kalem, 50] "Onları topladık ve onları dosdoğru yola ilettik." [En'âm, 87] "Rabbi onu seçti, rahmetiyle ona dönüp tövbesini kabul etti ve onu doğru yola iletti." [Tâhâ, 122] "Dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni doğru yola iletir." [Şûrâ, 13] (Ragıp'tan yapılan alıntı sona erdi.) (6:87)
HÜKÜM: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Hüküm sözcüğünün asıl anlamı önlemedir; ama yapıcı, ıslâh edici anlamda önleme. Bu yüzden dizgine,'hakemet'ud-dabbe' denilmiştir. 'Hakemtu-hu ve hakemt'ud-dabbete bi'l-hakemeti: Hayvanı önledim, dizginle durdurdum.' 'Ahkemtuha' yani 'Onun için bir dizgin yaptım.' Araplarbu anlamda 'Hakemt'us-sefinete ve ahkemtuha: Gemiyi iplerle iskeleye bağladım.' derler. Şair der ki: Ey Hanifeoğulları, beyinsiz, ahmak bireylerinizi dizginleyin." (el-Mufredat'tan alınan alıntı burada sona erdi.) Hüküm kelimesi yüce Allah'a izafe edildiğinde varoluşsal bir meseleyle ilintiliyse varoluşsal yargı anlamını ifade eder. Bu da gerçek, objektif ve bütün aşamalarıyla reel varlık demek olan var etmedir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Hüküm veren Allah'tır. O'nun hükmünün ardına düşüp onu iptal edecek kimse yoktur." (Ra'd, 41) "Bir şeye hükmetti mi, ona sadece ol der, o da hemen oluverir." (Bakara, 117) Bir açıdan şu ayeti de aynı kategoride inceleyebiliriz: "Büyüklük taslayanlar da dediler ki: Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kullar arasında böyle hüküm verdi." (Mü'min, 48) Eğer yasama meselesiyle ilintiliyse, kanun koyma ve mevlevî (yönetsel) hüküm anlamını ifade eder. Yüce Allah bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında dururken..." (Mâide, 43) "Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" (Mâide, 50) Peygamberlere izafe edilerek kullanıldığı zaman yargı anlamını ifade eder. Bu, yüce Allah'ın onlara bahşettiği ilâhî bir makamdır. Bu tarz bir kullanıma şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma." (Mâide, 48) "İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm (yargı yetkisi)... verdiğimiz kimselerdir." (En'âm, 89) Bazı ayetlerde peygamberlere kanun koyma anlamında hüküm yetkisinin verildiği yönünde bir işaret veya delâlet vardır. Örneğin İbrahim Peygamber'in (a.s) duasını içeren ayette şu ifadelere yer verilmiştir: "Rabbim bana hüküm ver, beni salihlere kat." (Şuarâ, 83) Peygamberlerin dışındaki insanlara gelince, onlara yargılama anlamında hüküm izafe edilmiştir: "İncil sahipleri, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler." (Mâide, 47) Yine kanun koyma anlamında hüküm izafe edilmiştir; ancak yüce Allah böyle bir şeye kalkışmalarından dolayı insanları yermiştir: "Allah'ın yarattığı ekinlerden ve hayvanlardan Allah'a pay ayırıp, zanlarınca, 'Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza.' dediler. Ne kötü hüküm veriyorlar!" (En'âm, 136) "Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin." (Hûd, 45) Bu ayet, içinde yer aldığı konunun akışı itibariyle sözü yerine getirme ve hükmü uygulama anlamına gelen hükmü kapsar niteliktedir. (6:89)
KADR-TAKDİR: Bir şeyi takdir etmek, onu büyüklük veya küçüklük gibi nitelikleri itibariyle tanımak, ölçmek demektir. Dolayısıyla "kadert'uş-şey'e kadren" ve "kaddert'uş-şey'e takdîren", "şeyin miktarını ve somut ölçülerini açıkladım." anlamındadır. Daha sonra bu kelime daha geniş kapsamlı olarak kullanılmış ve somut olmayan şeyler için de kullanılmaya başlanmıştır. Meselâ, "Falanın insanlar ve toplum içindeki kadri" denilmiştir. Bununla onun insanların gözündeki büyüklüğü, toplum nezdindeki ağırlığı ve toplumsal değeri kastedilir. Bir şeyin takdir edilmesi, ölçülmesi ve bir sınırla sınırlandırılıp belirlenmesi, genellikle onun bilinmesine bağlı olarak belirginleşen durumunu açıklayıcı niteliklerle nitelenmesi şeklinde gerçekleştiğinden, "kadr" ve "takdir" ifadeleri, istiare yoluyla nitelik ve bir şeyin durumunun bilinmesi anlamında da kullanılmıştır. Örneğin, "Kader'eş-şey'e" ve "Kadderehu" denildiğinde, "Onu niteledi." anlamını ifade eder. Yine bu ifadeler, onu bildi, tanıdı anlamında da kullanılır. Dil (Arap edebiyatı), bu kullanımların tümüne de açıktır. (6:91)
BERK-BEREKET: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde şöyle der: "el-Berku, sözcüğünün asıl anlamı, devenin göğsü olmakla beraber deveden başka bir canlının göğsü için de kullanılır. 'Birke' sözcüğü de aynı anlamda kullanılır. 'Berek'el-baîru' yani, deve çökerek göğsünü yere koydu. Araplar bundan sebat ve sarsılmazlık anlamını algılamış ve 'ibterakû fi'l-harbi' yani, sebat ettiler ve savaşta mevzilerinden ayrılmadılar, demişlerdir. 'Beraka'ul-harbi ve burukauha', 'Savaşta kahramanların yerleştikleri ve ayrılmadıkları mevziler' demektir. 'İbtereket'id-dâbbetu' ise, 'Hayvan durdu, yerine çakılıp kaldı.' anlamındadır. İçinde su tutulan havuza da 'birke' denir. 'el-Berekeh (bereket)' ise, ilâhî hayrın bir şeyde sabit olması demektir. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: 'Onların üzerine gökten ve yerden bereketler açardık.' [A'râf, 96] Bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, hayrın tıpkı suyun havuzda birikip durması gibi, o şeyde sabit olmasıdır. 'Mübarek'; içinde bu tür hayır olan şeye denir. 'Bu mübarek bir zikirdir; onu indirdik...' [Enbiyâ, 50] ayeti de bu anlamı ifade etmektedir." Ragıp devamla şöyle der: "İlâhî hayır, hissedilmeyen bir yerden, saysız ve kayıtsız bir şekilde kaynaklandığı için, içinde hissedilmeyen bir ziyadelik bulunan her şey için mübarek ifadesi kullanılmış, içinde bereket vardır, denilmiştir. Bir rivayette bu tür artışlara işaret edilmiştir: 'Bir mal sadaka vermekle eksilmez.' Yoksa bu rivayette somut eksilmeye işaret edilmemiştir. Nitekim malında zarara uğrayan birine böyle bir şey söylendiğinde, 'Gidip teraziye vuralım...' demiştir." Ardından Ragıp şunu eklemiştir: "Yüce Allah'ın mübarek olmasından maksat da, O'nun hayırların kaynağı olmasıdır." (el-Müfredat'tan alıntı burada son buldu.) Buna göre, "bereket"; bir şeyde hayrın kalıcı, sürekli olması, ondan ayrılmaması demektir. Örneğin: Nesilde bereket, insanın soyunun çok olması veya insanın adının onlar aracılığıyla kalıcılık kazanmasıdır. Yemekte bereket, birçok insanın onunla doymasıdır. Vakit açısından bereket, bir vaktin kapasitesinden fazla bir işin yapılmasına yetmesidir. (6:92)
GAMRU: "Gamerât" kelimesinin kökü olan "el- gamru" kelimesinin aslı, bir şeyin üzerini örtüp gizleme ve etkisini giderme, ondan hiçbir iz bırakmama anlamını ifade eder. Bu yüzden dibinde olan şeyleri örten çok su için de "el-gamretu" ifadesi kullanılır. Bilgi sızdırmayan koyu cehalet için de öyle. Nitekim insanı dört bir yandan kuşatan zorluklara da denir. "Gamerât" ise zorluklar, şiddetler anlamındadır. İşte bu ayetin orijinalinde geçen "fî gamerât'il- mevti" sözcüğü bu anlamda kullanılmıştır. (6:93)
BASİRET: Mecma'ul-Beyan adlı eserde şöyle deniyor: "el-Basireh; bir şeyin olduğu gibi görülmesini sağlayan kanıt ve nişane demektir. el-Besair, ise onun çoğuludur." (Mecma'ul-Beyan'dan alınan alıntı burada son buldu.) Bir görüşe göre; göz için görme ne ise, kalp için de basiret aynı konumdadır. Aslında bu kelimenin kökeninde yatan anlam, objeler dünyasında gözlemlenen şeyin zihne yansıması ve gerçeğine ulaşılması için algılayıcı güçlerin en güçlülerinden sayılan görme duyusu ile algılayıştır. Ayette geçen görme ve körlük, bilgi ve cehalet veya iman ve küfürdür. (6:104)
DERS: "Dereste" ifadesinin kökü, "ders"tir. Bu da okuma yoluyla öğrenme ve öğretme demektir. "Dâreste" şeklindeki okuyuşta da bu anlam esastır. Ancak bir kelimede çekimden dolayı harf arttıkça, anlamın da arttığını gösterir. "Dereset" olarak gaip sıygasıyla ve müennes kalıbına uyarlandığında ise, "dürûs" kökünden geldiği kabul edilir. Bu da, izlerin silinmesi demektir. Yani bu sözler silinip gitti. Tıpkı, "Bunlar önceki kuşakların efsaneleridir." demeleri gibi. (6:105)
ADV: Ragıp İsfahanî el-Müfredat adlı eserinde der ki: "el-Advu; saldırı, tecavüz demektir. Kaynaşmanın, uzlaşmanın karşıtıdır. Bu kelimede bazen kalbî duygu esas alınır, bu durumda düşmanlık ('el-adavet ve el-muadat') anlamında kullanılır. Bazen davranış esas alınarak, koş mak ('el-adv') anlamına gelir. Bazen de muamelelerde adalet ilkesinin ihlâl edilmesi göz önünde bulundurulur ve haksızlık ('el-udvan ve el-advu') anlamında kullanılır. Yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: 'sonra onlar da bilmeyerek haksızlıkla Allah'a söverler.' Bazen de bulunulan yerin özelliği göz önünde bulundurulur ve engebeli, çıkıntılı, rahat olmayan ('el-advâ') anlamını ifade eder. 'Mekânun zu advâ'; uyumsuz, engebeli yer anlamındadır." (el-Müfredat'tan alıntı sona erdi.) (6:108)
ŞEYTAN: “Eş-şeyatin” , “şeytan” ın çoğuludur. Sözlükte “çok kötü” anlamına gelir. Ağırlıklı olarak Kur’an’ın tanımladığı İblis ve soyunun bir niteliği olarak kullanılır. (6:112)
KELİME: "Kelime"; tam veya eksik bir anlama işaret eden lafız demektir. Ancak Kur'ân'da yüce Allah'ın yargı veya vaat nitelikli olarak söylediği hak söz anlamında kullanıldığı olmuştur. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyurmuştur: "Eğer Rabbinden bir kelime (söz) geçmemiş olsaydı, arlarında hüküm verilirdi." (Yûnus, 19) Bu ayette, "kelime" ile yeryüzüne indirildikleri sırada yüce Allah'ın Âdem Peygamber'e söylediği şu söze işaret edilmektedir: "Sizin, yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lâzımdır." (Bakara, 36) Bir başka ayette de şöyle buyurmuştur: "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak oldu." (Yûnus, 96) Buradaki "kelime" ile yüce Allah'ın başka bir ayette İblis'e yönelik olarak söylediği şu sözün içeriğine yönelik bir işaret söz konusudur: "Senden ve onlar içinde sana uyan kimselerden cehennemi dolduracağım." (Sâd, 85) Yüce Allah bir başka yerde de bu sözü şu şekilde açıklamıştır: "Rabbinin; 'Andolsun, ben cehennemi hep cinlerden ve insanlardan dolduracağım.' kelimesi (sözü) tam olarak yerine gelmiştir." (Hûd, 119) Şu ayette geçen "kelime" de aynı anlamdadır: "Rabbinin İsrailoğulları'na verdiği güzel kelime (söz), sabretmeleri yüzünden tam yerine geldi." (A'râf, 137) Burada da, yüce Allah'ın onlara yönelik olarak, kendilerini Firavun hanedanından kurtarıp yeryüzüne mirasçı kılacağına ilişkin vaadine işaret ediliyor. Nitekim şu ayette İsrailoğulları'na yönelik bu vaade işaret edilmiştir: "Biz istiyorduk ki o yerde ezilenlere lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçılar kılalım." (Kasas, 5) Kur'ân'da "kelime" lafzının, insan gibi zihin dışı bir obje anlamında kullanıldığının da önekleri vardır: "Allah seni, kendisinden bir kelime ile müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir." (Âl-i İmrân, 45) Hz. İsa hakkında "kelime" ifadesini kullanmanın nedeni şudur: İsa Peygamber (a.s) aşamalı yaratılış sürecinin dışında olağanüstü bir şekilde yaratılmış ve onun yaratılışı var edici ilâhî kelime sonucu gerçekleşmiştir. Nitekim ulu Allah bir ayette bu hususa şöyle işaret etmiştir: "Şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona 'ol' dedi, o da oluverdi." (Âl- i İmrân, 59) (6:115)
ŞERH: Ayetin orjinalinde geçen “yeşreh” kalimesinin kökü olan “eş-şerh”, açma,yayma anlamına gelir. Ragıp İsfehani el- Müfredat adlı eserinde, bu sözcüğün aslının et ve benzeri şeyleri açma , yayma anlamına geldiğini söyler. İlim ve irfanın kabı sayılan göğsün açılması ise, göğsün, karşılaştığı tüm hak nitelikli bilgileri kavraması , kendisine iletilen hiçbir hak ifadeyi reddetmeyecek şekilde genişletilmesi anlamını ifade eder. (6:125)
TEALE: "Gel" anlamına gelen "Teale" kelimesiyle ilgili olarak şöyle denmiştir: Bu kelime, "ulüvv" (yükseklik) kökünden türemiştir. Kelime emir ifade ettiğinden ve gerçekte öyle olmasa da emir verenin genelde yüksek yerde olduğu varsayıldığından bu anlamı ifade etmek için [aslın da "yukarı çık" anlamına gelen] bu kökten böyle bir türev üretilmiştir.(6:151)
CİLT 8
TEKEBBÜR: “Tekebbür”, kişinin büyüklüğü kendine yakıştırması ve başkalarına karşı bu haliyle ortaya çıkmasıdır. Çünkü büyüklük ve küçüklük izafi kavramlardandır. Bu kelime, daha çok soyut kavramlarla ilgili olarak kullanılır. İnsan, sözleri veya davranışları ile başkasından daha şerefli ve daha itibarlı olduğunu gösterince, ona karşı büyüklenmiş, onu küçük görmüş olur. (7:13)
İĞVA: “İğva” kelimesi, sapıklığa düşürmek, helake sürüklemek ve aldatmak anlamlarına gelir.”Ağveyteni” cümlesi gerçi tefsircilerin farklı görüşlerine bağlı kalarak bu anlamların her üçü ile de tefsir edilmiştir, fakat yüce Allah’ın Hicr Suresi’nde naklettiği İblis’in “Rabbim, beni sapıklığa düşürdüğün için yeryüzünde (kötülükleri) onlara süslü gösterecek ve hepsini yoldan çıkaracağım.” (Hicr,39) şeklindeki sözü, maksadın kelimenin ilk anlamı olduğunu doğrular. (7:16)
SEREF-İSRAF: “Seref” kelimesi, Ragıp İsfehani’nin açıklamasına göre, insanın yaptığı her türlü işte sınırı aşmasıdır. Gerçi bu kelime daha yaygın olarak mal harcama konusunda kullanılır.(7:31)
ZI’F: “Zı’f=kat” bir şeyi tekrarlayan demektir. Mesela bir sayısının zı’fı iki ve ikinin zı’fı dörttür. Yalnız bu kelime, sadece başka bir şeyin tekrarını gerektiren anlamına da gelebilir. Mesela iki sayısı, kendi başına bir sayısının tekrarını gerektirir. Buna göre bir sayısının bir zı’fı iki ve iki sayısının zı’fı dörttür. Bu kelime kendisine eklenerek bir şeyin tekrarını gerektiren anlamına da gelebilir. Başka bir sayının tekrarlanarak kendisine eklenmesini gerektiren bir sayısı gibi. Çünkü bu iki tane bir, bötlece iki olur. Bu ikinin her bir parçası bir zı’f ve ikisi iki zı’f olur. Tıpkı “zevc=çift” keimesi gibi. İki hem bir çifttir ve hem de iki çifttir. “Zı’f” kelimesi, Kur’an’da bu iki anlamda da kullanılmıştır. Şu ayetlerde olduğu gibi:”Bunlara bir kat daha fazla azap ver.” (A’raf,38) “Onlara iki kat azap ver”(Ahzap,68) (7:38)
CEHENNEM: “Cehennem” kelimesi, ahiretteki azabın aracı olan ateşin isimlerinden biridir. Bazıları bu kelimenin,çok derin kuyu anlamına gelen “bi’run cehnam” deyiminden türediğini, bazıları ise Arapça’ya girmiş Farsça bir kelime olduğunu söylerler.(7:41)
ĞİLL: “Ğill” kelimesi, kalplerdeki kin, nefret ve düşmanlık demektir. Bu kelimenin kökünde sinsice ve hile ile sirayet etme anlamı vardır. İç çamaşırın üstünden, dış elbisenin altından giyilipte arada kalıp görünmeyen elbiseye “ğalale” denmesi de bu anlamdan geliyor.(7:43)
A’RAF: A’raf suresinin 46. ayetinde geçen “hicab” kelimesi, iki şey arasına girerek bu iki şeyi birbirinden saklayan perde anlamına gelir. “A’raf” kelimesi ise perdenin üst kısımları ve kum yığınının tepeleri demektir.Bu kelimenin tekili olan “urf” kelimesi, horoz ibiği ve at yelesi ve her şeyin üst kısmı anlamına gelir. Hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, kelime yükseklik anlamını taşır. Ayette “hicab” kelimesi, ”A’raf “ kelimesinden önce zikrediliyor.Arkasından A’rafta bulunanların bütün insanlara yukarıdan baktıkları ve cennetlikler ile cehennemliklere birlikte seslendikleri belirtiliyor. Bütün bunlar, A’raf kelimesi ile cennet ve cehennem arasında yer alan perdenin üst kısımlarının kastedildiğini doğruluyor. Burası, hem cennetliklere, hem cehennemliklere yukarıdan bakan yüksek bir yerdir. (7:46)
FEYZ: “Efizu” kelimesinin mastarı olan “ifaze” suyun taşıp akması anlamına gelen “feyz” kökündendir.”Gözlerinden yaşlar akarken onların şöyle dediklerini görürsün” (Maide 83) ayetinde buyurulduğu gibi.(7:50)
İSTİVA: “İsteva” fiilinin kökü olan “istiva”; bir şey üzerinde dengelemek , istikrar bulmak anlamına gelir.Kimi zaman eşitlenmek anlamına da gelir. Örneğin, “isteva Zeydün ve Amrün” dendiğinde, Zeyd ile Amr’ın eşit olduğu anlatılmak istenir. “Onlar, Allah katında eşit değildirler.” (Tevbe,19) ayetinde de bu anlamda kullanılmıştır.(7:54)
ARŞ: Arş hükümdarların üzerinde oturduları taht demektir. Bu kelime kimi zaman kinaye yolu ile hükümdarlık makamı anlamında kullanılır. Ragıp İsfehani el- Müfredat adlı eserinde bu kelime hakknda şu açıklmayı yapıyor: ”Arş aslında üstü örtülü ve gölgelikli şey demektir. Çoğulu “uruş” tur. ‘Duvarları, çatıları üstüne yığılmış’ (Bakara,259) ayetinde buyurulduğu gibi.’Üzüm dallarına arş yaptım’ demek, onlar için çardak benzeri bir şey yaptım demektir.Üzüm dalları asıldığı çardağı andıran kadınlara mahsus tahtırevana da arş denir. Kuyu üzerinde arş yaptım demek, üzerine çatı yaptım demektir.Hükümdarların oturdukları tahta, yüceliği itibarıyle arş denir. Allah’ın Arşı’nın mahiyetini insanlar bilemezler, sadece adını bilirler.O, sıradan insanların hayal ettikleri gibi bir şey değildir. Eğer öyle olsaydı –haşâ- Allah’ı taşıyan bir şey olurdu. O’nun tarafından taşınan bir şey olmazdı. Oysa yüce Allah ”Hiç şüphesiz Allah, gökleri ve yeri dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önlemektedir. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar, onları O’ndan başka hiç kimse dengede tutamaz” (Fatır,41) buyuruyor. Bazılarına göre arş, en üstteki felek ve kürsi de yıldızlar feleğidir. Bu görüşü ileri sürenler Peygamberimizin (s.a.a.) ‘Yedi gök ve yedi yer, kürsiye nispetle uçsuz bucaksız bir çöle atılmış bir halka gibidir. Arşın yanında kürsi de öyledir.’ şeklindeki hadisini delil göstermişlerdir.(el-Müfredat’tan alıntı son buldu.)(7:54)
RİCS: “Rics” kelimesi -ve aynı şekilde “ricz” kelimesi- kendisinden uzaklaşılan veya uzak tutulan şey anlamındadır.Bundan dolayı insan pisliğine de bu ad verilir. Çünkü insan ondan tiksinir ve uzak durur. Azaba da bu ad verilir.Çünkü azap gören kişi, kendisine azap çektirenden veya azaba çarpılmayan kimselerden uzak durur.(7:71)
MEKR: “Mekr” kelimesi, bir insana farkında olmadan zarar dokundurmak veya sonu zararla bitecek bir durumla karşı karşıya bıramakmaktır.Bu eylem, ancak ceza niteliği taşıdığı zaman Allah’a izafe edilebilir.Mesela insan bir günah işler, Allah onu farkında olmadan ani bir azaba çarptırır veya onu farkına varmadan sonu azapta noktalanacak bir durumla karşı karşıya getirir.Yoksa daha önce işlenmiş bir günahın karşılığı olmaksızın durup dururken insana böyle bir işlemde bulunmayı Allah’a yakıştırmak imkansızdır.(7:99)
MÎKAT: “Mikat” kelimesi, vakit kelimesine yakınbir anlam taşır. Mecma’ul-Beyan ‘da bu konuda şu açklama yapılıyor:”Mikat ile vakit arasındaki farka gelince; mikat bir işin yapılması için belirlenen zaman dilimi, vakit ise bir şeyin vakti ve miktarı anlamına gelir.Bundan dolayı hac için ihrama girilecek yerlere ’hac mikatları’ adı verilmiştir.(Alıntı burada sona erdi.) (7:142)
LEVH: “Levh” kelimesi üzerine yazı yazılması için hazırlanan sayfa anlamına gelir.Sayfa, üzerindeki yazı ile belirip ortaya çıktığı için ona “levh” denmiştir. Çünkü bu kelimenin kökünde parlamak anlamı vardır. Mesela, şimşeğin parlaması, bu kelime ile anlatılır ve “lâh’el berku” denir. (7:145)