Mübahale Ayeti

Mübahale Ayeti

“(Ey Peygamber!) Sana gelen bilgiden sonra, kim seninle bu hususta tartışacak olursa, de ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.” (Âl-i İmran Sûresi: 61)

“(Ey Peygamber!) Sana gelen bilgiden sonra, kim seninle bu hususta tartışacak olursa, de ki: Gelin, çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra Allah’ın lânetini yalancıların üzerine kılalım.”‌ (Âl-i İmran Sûresi: 61)

Tarihçiler ve müfessirler, İslâm tarihinde meydana gelen çok önemli bir olayı nakletmişlerdir ki, bu olay, Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyti’nin (Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin) Allah (c.c) katında olan değerlerini ve Müslümanların arasında olan makamlarını açıkça ortaya koymuştur.

“Mübahele”‌ olarak anılan bu olayı tarihçiler, müfessirler ve raviler şöyle nakletmişlerdir:

“Hıristiyan olan Necran kabilesinden bir heyet,[1] Hz. Muhammed (s.a.a)’in yanına gelip onun peygamberliği hakkında bahsedip delil isteyince, Allah-u Teala bu ayet-i kerimeyi nazil ederek Hz. Peygamber'e; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i -Allah’ın selâmı onların üzerine olsun- yanına alıp çöle çıkmasını, Hıristiyanlara da kendi hanım ve çocuklarıyla birlikte çöle çıkmalarını, sonra da Allah’tan yalancıların üzerine lânet ve cezasını indirmesi için dua etmelerini emretti."

Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde şöyle yazıyor:

“Hz. Peygamber (s.a.a), Necran Hıristiyanlarını mübahele[2] etmeye çağırdığı zaman dediler ki: “Müsaade edin, dönüp bu konuda biraz düşünelim. Kendi aralarında toplanıp konuştukları zaman, fikir sahipleri olan Akıb'e dönerek: “Ey Mesih'in kulu! Senin görüşün nedir?" diye sordular. O da şöyle dedi: “Ey Hıristiyan Cemaati! Andolsun Allah’a ki, siz Muhammed’in Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu ve O'ndan hak bir kitap getirmiş olduğunu biliyorsunuz. Allah’a andolsun ki, peygamberi ile mübahele eden hiçbir ümmetin büyükleri diri kalmamış ve küçükleri de büyümemiştir. Eğer onunla mübahele ederseniz, gerçekten hepimiz helâk oluruz. Bununla beraber yine de kendi dininizin üzerinde kalmak isterseniz, bu şahısla (Muhammed’le) vedalaşın ve kendi diyarınıza dönün." Bu arada Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Hüseyin'i kucağına almış, Hz. Hasan'ın elinden tutmuş, peşi sıra Hz. Fatıma ve onun peşi sıra da Hz. Ali olduğu halde geldi ve: “Ben dua ettiğim zaman siz de amin deyin.”‌ diye buyurdular.

Necran papazı bu manzarayı görünce, Hıristiyanlara dönerek şöyle dedi:

“Ey Hıristiyan topluluğu! Ben öyle simalar görüyorum ki, Allah bir dağı onların hürmetine yerinden koparmak istese, koparır. Onlarla mübahele etmeyin. Eğer mübahele ederseniz, helâk olursunuz ve kıyamet gününe kadar yeryüzünde bir Hıristiyan kalmaz. Bunun üzerine Hıristiyanlar, Hz. Peygamber (s.a.a)'e dediler ki: “Ey Ebe’l-Kasım! Biz seninle mübahele etmemeye karar verdik; sen kendi dininde kal, biz de kendi dinimizde.”‌

Hz. Peygamber (s.a.a) de şöyle buyurdu: “Eğer mübahele etmiyorsanız, öyleyse İslâm dinini kabul edin ve Müslüman olun ki, Müslümanların menfaat ve zararlarına ortak olasınız.”‌ Hıristiyanlar bunu kabul etmeyince, Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Öyleyse sizinle savaşacağım.”‌ Onlar şöyle dediler: “Bizim Arap milleti ile savaşmaya gücümüz yoktur. Fakat seninle bir anlaşma yapmaya hazırız. Eğer bizimle savaşmaz, bizi korkutmaz ve bizi kendi dinimizden döndürmezseniz, her yıl size iki bin tane elbise veririz. Bunların yarısını safer ayında ve yarısını da recep ayında veririz. Bundan başka, bir de demirden dokunan otuz adet zırh veririz.”‌ Peygamber (s.a.a) de buna razı oldu ve daha sonra şöyle buyurdu:

“Canım elinde olan Allah’a andolsun ki, Necran ehlinin helâk olma vakti gelip çatmıştı. Eğer onlar mübahele etmiş olsalardı, şüphesiz ki suret değişip maymun ve domuz olacaklardı ve bu sahra onlar için ateşten bir cehenneme dönecekti. Hatta ağaçların üstündeki kuşlar da dahil olmak üzere Necran ehlinin hepsi helâk olacaktı ve bir yıl bile geçmeden bütün Hıristiyanlar yok olup gideceklerdi.”‌

Zemahşerî, bu olayı naklettikten sonra, Mübahele Ayeti'nin tefsiriyle ilgili olarak Ehl-i Beyt’in büyüklüğü hakkında Aişe’den rivayet ettiği bir hadis ile Ehl-i Beyt’in makamını açıklıyor ve şöyle diyor:

“Allah-u Teala bu ayette, onları 'kendimiz' diye tabir edilen kimseden de önce zikretmiştir ki, onların Allah katındaki özel makamlarını ve yakınlık derecelerini açıkça bildirsin. Bu ayet, 'Ashab-ı Kisa'nın[3] fazilet ve üstünlüğüne en büyük ve en güçlü bir delildir.

Aynı zamanda bu olay, Hz. Resulullah'ın nübüvvetinin doğruluğuna da güzel bir delildir. Zira ister dost olsun, ister düşman, hiçbir şahıs, Hıristiyanların, Hz. Peygamber (s.a.a)'in mübahele isteğini kabul ettiklerini nakletmemiştir."[4]

İman ordusuyla şirk ordusunun karşı karşıya geldiği bu olayda sadece bunların öne çıkması, onların hidayet önderleri, ümmetin seçkinleri, ileri gelenleri ve ümmet içinde duları geri dönmeyen, sözleri yalanlanmayan en temiz ve en kutsal kişiler olduklarını göstermektedir.

İşte buradan şunu anlıyoruz: Ehl-i Beyt’ten gelen fikirler, hükümler, hadisler, tefsirler ve hidayetler, tertemiz bir kaynaktan sadır olduğu için hak ve güvenilirdir; sözleri, amelleri ve yollarının doğruluğunda hiçbir kuşku bulunmayan şahıslar, onlardır.

Kur’an-ı Kerim, Ehl-i Beyt ile İslâm düşmanlarına meydan okuyup, lânet ve azabın, onlardan yüz çeviren düşmanların üzerine kılınmasını istemiştir. Eğer Ehl-i Beyt (a.s)'ın sözleri, amelleri ve yollarının doğruluğu kesin olmasaydı, hiçbir zaman Allah-u Teala böyle bir şeref ve makamı onlara vermezdi ve Kur’an-ı Kerim onlardan bu şekilde söz etmezdi.

Ehl-i Sünnet'in büyük müfessirlerinden Fahr-i Razî de, Tefsir-i Kebir adlı eserinde Zemahşerî'nin naklettiği rivayeti aynen nakletmiş ve söz konusu ayetin tefsirinde Zemahşerî’nin sözlerine katılarak şunu da eklemiştir:

“Bil ki, bu hadisin doğru olduğuna tefsir ve hadis ehli ittifak ve icma etmişlerdir.”‌[5]

Merhum Allame Tabatabaî, Tefsir'ul-Mizan'da, Peygamber (s.a.a)’in, Allah Teala’nın emriyle Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'i yanına alarak düşmanlarla mübahele etmek istediğini söyledikten sonra aynen şunları yazıyor:

“Hadis alimlerinin hepsi, bu rivayeti nakletmiş ve kabul etmişlerdir. Sahih-i Müslim, Sahih-i Tirmizî ve diğer meşhur hadis yazarları da, onu kendi kitaplarında kaydetmişlerdir. Tarihçiler de, bu olayı onaylamışlardır. Mufessirler de, bu olayı hiçbir şüphe ve itiraz etmeden kendi tefsirlerinde anlatmışlardır. Bunlar arasında Taberî, Ebu'l-Fida, İbn-i Kesir, Suyutî ve diğerleri gibi hadis ve tarih alanında meşhur olan alimler de yer alırlar."

Görüldüğü üzere, müfessirler bu şekilde Ehl-i Beyt'in kimler olduğu ve onları sevmenin ümmete farz olduğu hakkında icma etmişlerdir.

Böylece, daha önce zikredilen iki ayette Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'den ibaret olan Ehl-i Beyt’in pak ve tertemiz olduklarını ve bundan dolayı da sevgilerinin herkese farz olduğunu bildiriliyor; bu ayette de Hz. Resulullah (s.a.a)'a, onlar vasıtasıyla düşmanlarla mübahele etmesi emredilerek onların yüce ve mukaddes makamları beyan ediliyor. Eğer Ehl-i Beyt’in Allah yanında seçkin ve özel bir yeri olmasaydı, Yüce Allah asla Peygamber’ine, onlarla Allah’ın düşmanlarıyla mübahele etmesini ve onları vasıta kılarak azap ve lânetin yalancıların üzerine nazil olmasını istemesini emretmezdi.

Bu ayette dakik edebî incelikler de vardır ki, onlara da dikkat etmek gerekir. Mesela; ayet-i kerimede “çocuklarımız, kadınlarımız ve kendilerimiz”‌ denilerek Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin (a.s) Hz. Peygamber'e izafe edilmiştir.

Eğer bu olay pratikte gerçekleşmez ve Hz. Peygamber (s.a.a) amelî olarak isimlerini zikrettiğimiz o mukaddes zatlarla mübaheleye çıkmasaydı, bu sözlerle başka şahısların akla gelmesi mümkündü. Mesela; “kadınlarımız”‌ kelimesiyle Hz. Fatıma (a.s) ve Peygamber (s.a.a)'in diğer kızları ve “kendilerimiz”‌ kelimesiyle de yalnızca Peygamber (s.a.a)’in kendisi anlaşılabilirdi. Ancak Peygamber-i Ekrem’in başkalarını değil de bu dört şahsiyeti mübahele için kendisiyle götürmesi, bize şunu bildirmektedir: Bu ümmetin kadınlarının en seçkini ve onların örneği, Hz. Fatıma (a.s)’dır ve ümmetin evlatlarının en seçkini, Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin (a.s)'dir ve Kur’an-ı Kerim onları Peygamber’in evlatları olarak kabul etmiştir. “Kendilerimiz”‌ kelimesiyle de Kur’an-ı Kerim, Hz. Ali'yi Peygamber'in kendi canı sayılacak bir makama sahip olduğunu açıklamıştır.


[1]- Necran Hıristiyanlarının heyeti üç kişiden oluşmuştu. Bunlardan biri, “Âkıb”‌ lakabını taşıyan “Abdulmesih”‌ idi ki bu zat heyetin başkanı idi. Diğeri, “Seyyid”‌ vasfını taşıyan “Eyhem”‌; üçüncüsü ise “Ebu Hatem b. Alkame”‌ isimli papazdı. İbn-i Sabbağ Malikî, el-Füsul’ül-Mühimme, Mukaddime.

[2] - Zemahşerî, Tefsirinde şöyle diyor: “Mübahele”‌ kelimesi “Behele”‌ maddesinden olup lügatta “lânet etmek”‌ manasına gelmektedir. Daha sonra bu kelimeyi “her çeşit dua etmek”‌ manasında da kullanmışlardır; lânet ve beddua olmasa bile.

[3]- “Ashab-ı Kisa”‌ Hz. Peygamberin (s.a.a) abasının altında bir araya gelen ve haklarında Tathir Ayeti nazil olan kimselere denmektedir ve onlar, Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Bu ayetin açıklaması daha önce geçmişti.

[4]- Zemahşerî, Tefsir-i Keşşaf, Al-i İmran Sûresi, 61. ayet.

[5]- Fahr-i Razî, Tefsir-i Kebir, Al-i İmran Sûresi, 61. ayet (Mübahele Ayeti).