Kur'an Literatüründe Şeriat

Kur'an Literatüründe Şeriat

ŞERİAT

Şeriat, yol anlamına gelir. Din ve millet de, tutulan yol anlamını ifade eden kavramlardır. Ancak Kur'ân'dan algıladığımız kadarıyla şeriat terimi, dinden daha özel bir anlamda kullanılmaktadır. Buna şu ayetleri örnek gösterebiliriz: "Hiç şüphesiz din, Allah katında Islâm'dır." (Âl-i Imrân, 19), "Kim Islâm'dan başka bir din ararsa, asla ondan kabul edilmez. O, ahirette kayba ugrayanlardandır." (Âl-i Im-rân, 85) Bunlara bir de şu ayetleri ekleyerek anlamsal farklılıklarını düşünelim:

"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik." (Mâide, 48), "Sonra seni de emrimizden bir şeriat üzerine koyduk. Sen ona uy." (Câsiye, 18)

Buna göre şeriat, herhangi bir ümmet için veya bu ümmete gönderilen peygamber için hazırlanan, izlemeye elverişli hâle getirilen yol demektir. Ibrahim şeriatı, Musa şeriatı, İsa şeriatı ve Hz. Muhammed (s.a.a) şeriatı gibi. Din ise, bütün ümmetler için öngörülen genel ve evrensel ilâhî yol demektir. Bu açıdan şeriat neshedilebilir; ama geniş anlamıyla din değil.

Bu iki terim arasındaki bir diğer fark da, dinin hem bireye hem de topluluğa isnat edilebiliyor olmasına rağmen şeriatın kurucusu ve uygulayıcısı dışındaki herhangi bir bireye isnat edilemez olmasıdır.

Söz gelimi; Müslümanların dini, Yahudilerin dini, Müslümanların şeriatı, Yahudilerin şeriatı, denebilir. Allah'ın dini ve şeriatı, Hz. Muhammed'in (s.a.a) dini ve şeriatı da denebilir. Yine Zeyd'in dini, Amr'ın dini denebilir; ama Zeyd'in şeriatı ve Amr'ın şeriatı denemez. Bunun böyle olmasının nedeni, şeriat teriminin mastar anlamını, yani yolu hazırlanma ve düzenleyip belirginleştirme anlamını çağrıştırıyor olması olabilir. Dolayısıyla, Allah'ın hazırladığı yol veya falan peygamber ya da ümmet için hazırlanan yol denebilir; ama Zeyd için hazırlanan yol denemez. Çünkü bu hususta Zeyd'i ayrıcalıklı kılacak bir durum söz konusu değildir.

Her halükârda şunu anlıyoruz ki: Şeriat terimi, din teriminden daha özel bir anlamı ifade etmektedir. "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi, Ibrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettigimizi şeriat yaptı." (Şûrâ, 13) ayetiyle de bu değerlendirmemiz arasında bir çelişki yoktur. Çünkü ayetin ortaya koyduğu ve vurguladığı husus şudur: Islâm ümmeti için yasalaştırılan Hz. Muhammed'in (s.a.a) şeriatı, Allah'ın Hz. Muhammed'e vahyettiği hükümlerin yanı sıra Hz. Nuh'a, Hz. İbrahim'e, Hz. Musa'ya ve Hz. İsa'ya yönelttiği tavsiyelerin tümünden meydana gelmiştir. Bu, ya Islâm'ın önceki tüm şeriatların meziyetlerini bünyesinde barındırmasının yanı sıra fazlasına da sahip olduğunu ya da bütün şeriatların, hitap ettikleri ümmetlerin kapasiteleri açısından farklılık arz etseler de özleri itibariyle tek gerçekliğe sahip olduklarını vurgulamaya yönelik bir kinayedir. Nitekim hemen devamındaki şu ifade bu anlamı çağrıştırmakta ya da doğrudan vurgulamaktadır: "Dini dogru tutun ve onda ayrılıga düşmeyin." (Şûrâ, 13)

Dolayısıyla -din tek ve değişmez olduğu ve şeriatlar da birbirlerinin hükmünü yürürlükten kaldırdıkları hâlde- özel şeriatların dine olan nispetleri, Islâm'da aralarında nasıh ve mensuhlar da olmak üzere cüzî hükümlerin dinin aslına olan nispetlerine benzer. Şu hâlde, insanların yüce Allah'a kulluk sunarlarken esas alacakları tek din vardır, o da Allah'a teslim olmanın adı olan Islâm'dır. Şu kadarı var ki, yüce Allah, insanların bu amacı gerçekleştirmeleri için onları farklı yöntemlere yöneltmiş, onlar için değişik gelenekler ve ilişki tarzları geliştirmiştir. Bütün bunlarda, onların kapasitelerini ve çeşitliliklerini göz önünde bulundurmuştur. Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in (s.a.a) şeriatlarının işlevi budur.

Aynı şekilde yüce Allah, bir şeriatın kapsamı içindeki bir hükmü, başka bir hüküm koymak suretiyle yürürlükten kaldırmıştır, neshetmiştir. Bunda da belirleyici olan, neshedilen hükmün elverişli olma zamanının tükenmesi ve nesheden hükmün elverişliliğinin belirginlik kazanmasıdır. Zina eden kadınlar için öngörülen müebbet hapis cezasının, kırbaç cezası veya recm vs.  ile neshedilmesi gibi. Bunu şu ayetten de algılamak mümkündür: "Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat size verdigi nimetler içinde sizi sınamak istedi..."

"Millet" terimine gelince; bununla insanlar arasında etkin olan hayat tarzı kastedilir. Bu terimin kökünde mühlet verme, süre tanıma anlamı yatar. Bu açıdan "millet", başkasından edinilen yol anlamını ifade eder. Ne var ki terimin etimolojik kökünün bu anlamı, şimdiki kullanımda o kadar belirgin değildir. Şimdiki kullanımıyla "şeriat" teriminin eş anlamlısı gibi bir anlam çağrıştırmaktadır.

Yani, millet de tıpkı şeriat gibi, dinden farklı olarak özel yol anlamını ifade eder, demek istiyoruz. Fakat aynı anlamda kullanılıyor olmalarına rağmen millet ve şeriat terimleri arasında bir farklılık söz konusudur. Şöyle ki: Şeriat terimi bu anlamda kullanılırken, zihinde Allah'ın insanlar izlesinler diye hazırladığı yol anlamı canlanır. Buna karşın, millet terimi aynı anlamda kullanılırken, insanların pratik olarak izlemek üzere başkalarından edindikleri yol şeklindeki bir anlam zihinde belirginlik kazanır. Belki de bu yüzden "din" ve "şeriat" terimleri Allah'a isnat edildiği hâlde, "millet" terimi Allah'a isnat edilmiyor. "Allah'ın dini", "Allah'ın şeriatı" denildiği hâlde, "Allah'ın milleti" denilmiyor.

Buna karşın Peygamberin hayat tarzı ve sünneti anlamında "millet" terimi peygambere, bu hayat tarzına uymaları ve bu sünnet izlemeleri açısından da ümmete nispet edilebiliyor. Örneğin yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İbrahim'in dosdogru milletine (uyun); o, Allah'a ortak koşanlardan da degildi." (Bakara, 135) Bir ayette de Hz. Yûsuf'un şöyle dediğini anlatıyor: "Ben Allah'a inanmayan, ahireti de inkâr eden bir kavmin milletini terk ettim. Atalarım İbrahim, Ishak ve Yakub'un milletine uydum" (Yûsuf, 38) Bir diğer ayette de yüce Allah, kâfirlerin kendilerine gönderilen peygamberlerine şöyle dediklerini anlatmaktadır:

"Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız ya da bizim milletimize dönersiniz." (Ibrâhim, 13)

Özetle, Kur'ân terminolojisinde din, şeriat ve milletten daha genel bir anlam ifade etmektedir. Buna karşın, şeriat ve millet terimleri, bazı lafzî ayırtıları bir yana bırakırsak, hemen hemen eş anlamlı kelimelerdir.

"Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat sizi verdiği nimetler içinde sizi sınamak istedi." Bu ifade, çeşitli ümmetlere gönderilen şeriatların farklılığının sebebini açıklama amacına yöneliktir.

Kısacası, yüce Allah'ın insanlara yönelik kapasite ve yetenekler gibi bağışları, zamanların değişmesine paralel olarak değişkenlik arz ettiği gibi, insanlar arasında mutlu bir hayat için uygulanması zorunlu olan şeriatların da birer sınama aracı olarak değişkenlik göstermeleri bir zorunluluktur. Bu nedenledir ki, yüce Allah, şeriat ve yöntemlerin farklılıklarının gerekçelerini bildirme bağlamında iradesinin, insanların kendilerine verilen nimetler çerçevesinde sınanmaları ve imtihan edilmeleri yönünde tecelli ettiğini belirtmiştir. "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik. Allah isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı; fakat size verdigi nimetler içinde sizi sınamak istedi."

Dolayısıyla, -Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir- ayetin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: "Sizden her bir ümmet için, bir şeriat koyduk; bir hukuk sistemi ve bir hayat metodu belirledik. Allah isteseydi sizi bir tek ümmet yapardı ve size bir tek şeriat koyardı; hepinizin aynı hukuk sitemine uymanızı sağlardı. Fakat topluluk olarak her biriniz için ayrı birer şeriat koydu. Böylece size bahşettiği nimetler içinde sizi sınamak istedi. Nimetlerin farklılığı doğal olarak sınamanın farklılığını gerektirir. Dolayısıyla konulan hükümlerin ve öngörülen yükümlülüklerin dayanağı, bu sınama iradesidir. Bunun da kaçınılmaz sonucu, şeriatların farklılıklar arz etmesidir."

Sözü edilen bu farklı ümetler; Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed'in (Allah'ın salât ve selâmı ona, Ehlibeyti'ne ve onlara olsun) ümmetleridir. Yüce Allah'ın bu ümmete yönelik nimetle-rini vurguladığı ayetten bunu algılıyoruz:

"O size, dinden Nuh'a tavsiye ettigini, sana vahyettigimizi, Ibrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettigimizi şeriat yaptı." (Şûrâ,13)

"Öyleyse hayırlı işlerde yarışın; hepinizin dönüşü Allah'adır..." Ayetin orijinalinde geçen "istibak" kelimesi, öne geçmeye girişmek demektir. "Merci" ise, "rucû" kelimesinin mimli mastarıdır. Bu ifade, "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirledik" ifadesine ilişkin bir ayrıntı niteliğindedir. Ifadenin anlamı bunu gerektirmektedir.

Yani, diğer bütün şeriatlardan üstün, onlara egemen olan bu kapsamlı şeriatı, sizin için hayat sistemi yaptık. Bu şeriata uymanız durumunda hayra ulaşmanız, yapıcı bir hayat sürdürmeniz kaçınılmazdır. Şu hâlde hayırlarda yarışın, yani şeriatın öngördüğü hükümlere, kurallara ve yükümlülüklere uyma hususunda birbirinizle yarışa girin. Sizinle diğer ümmetler arasında söz konusu olan bu tür farklılıklarla uğraşmayın. Çünkü hepinizin dönüşü Allah'adır, O size farklılıklarınızı bildirecektir; aranızda eğri ile doğruyu ayıran hükmünü verecektir; adil bir yargıda bulunacaktır.

"İnsanlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma." Ayetin bu giriş kısmı, önceki ayetin içerdiği şu ifadeyle aynıdır: "Şu hâlde, insanlar arasında Allah'ın indirdigiyle hükmet... onların keyiflerine uyma." Fakat her iki ifadeye ilişkin ayrıntı nitelikli ifadeler farklıdır. Dolayısıyla, bu ifadenin bu şekilde tekrarlanmış olması, bu ayrıntıları ifade etmek içindir, diyebiliriz. Çünkü önceki ayet, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesini emrediyor; bu arada insanların keyiflerine uyulmasını yasaklıyordu. Çünkü Allah'ın indirdiği, Peygamber (s.a.a) ve ümmeti için oluşturulan ve yasalaştırılan bir şeriattır. Şu hâlde onların bu hayırlarda yarışmaları gerekmektedir. İkinci ayet ise, Allah'ın indirdikleriyle hükmedilmesini emrediyor; bu arada insanların keyiflerine uymayı da yasaklıyor.

Bu arada Allah'ın indirdiklerinden yüz çevirirlerse, bu tavırlarının yüce Allah'ın, yoldan çıkmış oldukları için kendilerini saptırmasının nedeni olacağını dile getiriyor:

"Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır." (Bakara, 26)

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan anlaşılıyor ki tefsirini sunduğumuz bu ayet, önceki ayetin içerdiği ve açıklamayı gerektiren anlamların açıklaması konumundadır. Buna göre, heva ve heves sahibi kimselerin Allah'ın indirdikleriyle hükmetmekten yüz çevirmelerinin nedeni, onların fasıklar ve yoldan çıkmış kimseler olmalarıdır. Yüce Allah yoldan çıkmalarına neden olan kimi günahlarından dolayı, onlara ceza vermeyi irade etmiştir. Görünen o ki bu ceza da onları saptırmaktır. Buna göre, "İnsanlar arasında Allah'ın indirdigiyle hükmet" ifadesi, "Sana da... bu kitabı gerçek üzere indirdik" ifadesinin kapsadığı kitap kelimesine atfedilmiştir.

Nitekim bazı tefsir bilginleri de bu yönde görüş belirtmişlerdir. Bu açıdan en uygun olanı, "kitab" sözcüğünün başındaki "elif-lam"ın oluşturulma anlamına işaret etme amacına yönelik olmasıdır. Bu açıdan şöyle bir anlam elde etmiş oluyoruz: "Sana da... onlara yazılan hükümleri ve aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet, diye emrimizi indirdik."

"Onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın." Burada yüce Allah, ilâhî korumanın kapsamı içinde masum (hataya düşmekten korunmuş) olduğu halde, Peygamberini onların saptırma amaçlı girişimlerine uyma konusunda uyarıyor. Bunun nedeni şudur: Ilâhî korunmanın güçlülüğü, insanın seçme özgürlüğünü geçersiz kılmaz ve seçme özgürlüğüne dayalı olarak öngörülen yükümlülüklerin düşmesine neden olmaz. Dolayısıyla masumiyeti, bir tür bilgi nitelikli meleke şeklinde algılayabiliriz.

Bilindiği gibi bilgiler ve algılar, organların içinde bulunan etkin ve dinamik güçleri ve bu güçleri taşıyan organları bir şeyi yapma veya yapmama etkinliğine sahip olmaktan çıkarmaz. Örneğin, bir yemeğin zehir içerdiğine ilişkin kesin bilgi, insanı o yemeği yemekten alıkoyur. Fakat el, ağız, dil ve diş gibi yeme eyleminde kullanılan organlar, bu yeme ve beslenme eyleminde işlevlerini görmek durumundadırlar. Aynı zamanda iş görme imkânına sahip oldukları hâlde, hiçbir şey yapmayabilirler de. Dolayısıyla, böyle bir bilgi olduğu sürece iş görmeleri imkânsız gibi görünse de, bunların iş görüp görmemeleri isteğe bağlı bir olgu olarak belirginleşmektedir.

Daha önce, "Sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitap ve hikmeti indirdi ve bilmeyecegin şeyleri sana ögretti. Allah'ın sana lütfü, cidden büyüktür." (Nisâ, 113) ayetini incelerken bu mesele üzerinde bir parça durmuştuk.

"Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felâkete uğratmak istiyordur." Bu ifade, daha önce de işaret edildiği gibi, saptırılmalarının fasık oluşlarının bir sonucu olduğunu vurgulamaya yöneliktir. Bu ifadeyle, bir açıdan tefsirini sunduğumuz ayetler grubunun başlangıç kısmına da bir göndermede bulunulmuş oluyor: "Ey Elçi,... küfürde yarışanlar seni üzmesin..." Burada Peygamberimize moral destekte bulunuluyor, gönlü hoş tutuluyor, kalbinde hüzne yer bırakmayacak şeyler öğretiliyor. Yüce Allah'ın peygamberini, kâfirlerin hak nitelikli çağrıya burun kıvırmaları, kendilerini dosdoğru yola iletecek olan ilkelere sırtlarını dönmeleri, onları kabul etmemeleri yüzünden üzülmekten menettiği birçok yerde bu tür ifadelerle karşılaşıyoruz.

"Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgisi olan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" Bu ifade önceki ayetin içeriğinin soru şeklindeki bir ayrıntısı niteliğindedir. Buna göre, onların uymaktan yüz çevirdikleri şey, Allah'ın hükmüdür, ki onu hak olarak kendilerine indirmiştir ve onun hak olduğunu da bilmektedirler. Bu ifadenin önceki ayetlerin tümünde açıklanan hususların bir sonucu olması da mümkündür.

Bu açıdan ayetten şöyle bir anlam algılıyoruz: Bu hükümler ve şeriatlar hak olduğuna, Allah katından nazil olduğuna ve bundan öte hak nitelikli bir hüküm olmayacağına göre, onun dışındaki tüm hükümler heva ve heves menşeli cahiliye hükümleridir. Öyleyse hak nitelikli hükümden yüz çevirenler, bu davranışlarıyla ne istiyorlar? Geride cahili-ye hükmünden başka bir şey yok ki? Yoksa cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Halbuki, kendilerinin de mümin olduklarını iddia eden bu insanlar için Allah'tan daha güzel hüküm verecek kimse yoktur.

"Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar?" ifadesi, azarlama ve utandırma amaçlı bir sorudur. "Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?" ifadesi de olumsuzlayıcı soru niteliğindedir. Yani, Allah'tan daha güzel hüküm veren kimse yoktur, demek isteniyor.

Bir hükme de ancak güzel olduğu için uyulur. "Kesin bilgisi olan bir toplum için..." ifadesinin orijinalinde "yakin=kuşku götürmeyen kesin bilgi ve kesin inanç" niteliği esas alınmıştır. Bununla onların iman iddialarına göndermede bulunuluyor ve deniliyor ki: Şayet Allah'a inandıklarına ilişkin iddialarında samimi iseler, Allah'ın ayetlerine kesin olarak inanmaları gerekirdi. Allah'ın ayetlerine kesin olarak inananlar da Allah'tan daha güzel hüküm koyan birinin olmasını kesinlikle kabul etmezler.

Biliniz ki: Ayetlerin akışı içinde, birçok yerde birinci tekil veya çoğul şahıs kipiyle konuşmadan, üçüncü şahıs kipine geçiş yapılmış veya bunun aksi örnekler sunulmuştur [iltifat sanatının çeşitli örnekleri sergilenmiştir]. "Allah adalet sahiplerini sever." denilmesinin ardından "Gerçekten Tevrat'ı biz indirdik" denilmesi sonra, "Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden" denilmesi ve sonra, "benden korkun" denilmesi gibi. Bu ifadeler içinde üçüncü şahıs olarak "Allah" lafzının kullanıldığı ifadelerde, sahibinin büyüklüğünden hareketle işin büyüklüğüne, önemine dikkat çekilmek istenmiştir.

Birinci tekil şahıs lafzının kullanıldığı ifadelerde ise, işin yüce Allah'a ait olduğu ve bu konuda bir velinin veya şefaatte bulunacak bir kimsenin etkinliğinin söz konusu olamayacağı vurgulanmak istenmiştir. Bir teşvik veya ödülden söz edilmişse, bunu gerçekleştirecek olan yüce Allah'tır. O, sözünde duranlar içinde en kerim olanıdır. Bir yasaklama ve tehdit söz konusuysa, hiç kuşkusuz bu çok zor ve çok ağır olur. Bunun bir veli veya şefaatçi aracılığıyla insandan uzaklaştırılması mümkün değildir. Çünkü yetki Allah'ın elindedir ve bu bağlamda her türlü aracı olumsuzlanmış ve aradaki bütün sebepler kaldırılmıştır. Verilmek istenen mesajın gayet açık olduğu ve anlaşılmaması için hiçbir nedenin olmadığı görülmektedir. Önceki bölümlerde bu konuyla ilgili bazı açıklamalarda bulunmuştuk.