Hakkıyla Namaz Kılmak

Hakkıyla Namaz Kılmak


Bir Müslümanın günü namazla başlar. Vücudunun en yüksek yerini, yani alnını ayağını koyduğu yere götürür ve âlemlerin Rabbinin önünde tevazusunun nihayetini gösterir. Namaz, aslında kulluğun en güzel ifade tarzıdır. Namaz, insana hakkın karşısında eğilmeyi, hakka karşı saygılı olmayı öğretmek içindir. Namazda bedenin eğilmesi gibi ruhun da eğilmesi gerekir. Başka bir ifadeyle bir namazın mirac olabilmesi için her ikisi de lazımdır. Bedenin eğilmesi huzûdur, ruhun eğilmesi ise huşudur. İkisi birleştiğinde mümini oluşturur, mümine kanat olup onu miraca götürür. Hakkı ve gerçeği görme basireti verir ona.


Kurân’ı dikkatle okuduğumuzda insanın kurtuluşunun da çöküşünün de namazda olduğunu görmekteyiz. Eğer namazı hakkıyla kılacak olursak bizi hakla buluşturur. Sıratı müstakimi her alanda önümüze açıverir. Bakışımıza, düşüncemize, ifademize ve tek kelimeyle gidişatımıza hakkı hâkim kılar. Yok, eğer onu gösteriş için kılacak olursak bizi münafıkların melanetine düşürür.

Peki, hakkıyla kılınan namazın ölçüsü nedir? Cevap çok açık: Bizi hakka bağlaması! Eğer kıldığımız namaz bizi hakka bağlayamıyorsa demek ki hakkıyla kılınmamıştır. Hakkıyla namaz kılan kişinin bakışında, dinlemesinde, düşünmesinde, söylemesinde, tuttuğunda, bıraktığında, savunduğunda, savaştığında, tepkisinde kısacası hayatının her anında, aldığı her nefesinde haktan gelen ilhamın verdiği bir nuraniyet vardır. Hakkıyla namaz kılan kişi, nereye baksa kudret ve hikmetiyle tecelli etmiş olan Allah’ı görür. Varlık âleminde hiçbir varlığı küçümsemez, hor hakir görmez. Aksine her varlığı, Yüce Yaratan’ın bir nişanesi olarak görür.


Namazda Allah’ın “âlemlerin rabbi” olduğuna vurguda bulunulması da bu gerçeği bize telkin etmektedir. Yani varlık âleminde gerçek anlamda sadece bir Rab vardır. Her şeyin Rabbi O’dur. Namaz kılan kişi bu mülahaza ile eşyaya baktığında onun Rabbini görür.


Namazı hakkıyla kılan kişi, çoluk-çocuğunun geçimini sağladığını düşünüp kendisi olmazsa evlatlarının sefalete düşeceğini zannetme gafletine düşmez. Aksine kendisine böyle hayırlı bir işe vesile olma tevfikini veren Rabbine her daim şükreder. Kendisi ve evlatları için dua eder. Kendisini de diğer varlıklar gibi Yüce Rabbin inayetine muhtaç görür.

Namazı hakkıyla kılan kişi yanında çalışanlara maaş ödediği için onlara ekmek verdiğini düşünüp çalımlı tavırlar içine girmez. Yani kendisini Firavun gibi o insanların rabbi olarak görmez. Ancak şu bir vakadır ki bazı insanlar “söylemde Rablik” iddiasında bulunmasa da “eylemde Rablik” sergilemektedirler. Onlar kendi tasavvurlarında bir kısım insanları kendilerinin altında görmekte ve onların kaderlerine hükmettiklerini düşünmektedirler. Kendilerinden altta gördükleri insanlar için hiçbir şekilde görüş belirtme  hakkı olduğunu kabullenemezler. Birkaç maddiyata hükmedebilmiş olmanın şımarıklığı ile bunlardan yoksun olan insanlara da hükmedebileceklerini düşünürler. Ancak büyük bir gaflete düştüklerini bir türlü fark edemezler. Zira onlar dünyadaki tüm maddi olanaklara sahip olsalar bile ancak insanların maddeden müteşekkil olan bedenlerine söz geçirebilirler. Ama insanların asıl cevheri ve hakikatini oluşturan ruhlarına asla hükmedemezler. Bunu başaramayınca da köpürürler, kudururlar; şiddete dayalı fevri ve ahmakça kararlar verirler…


Aslında Firavun, bu tür insanların en tipik figürüdür. O, kendi zamanında maddeye hükmettiği için insanları da madde âleminin parçaları olarak değerlendirdi. Onların Rabbi olduğunu düşündü. Hani onların faydalandığı ağaçlar, nehirler vb. maddi olanaklar Firavun’a aitti ya… bu yüzden “Ben sizin Yüce Rabbinizim” deme hakkını kendinde görmüştü…


Ama onun saltanatını pekiştirmek ve Musa’ya karşı elini güçlendirmek için sahneye çıkan büyücüler bir anda hakikati gördüler; gerçek Rabbi hissettiler ve dünyanın tümünü, hatta bedenlerini bile hiçe sayarak ruhlarını o engin okyanusa bırakıverdiler… Firavun’un tehditlerine, tüm Firavunların kulağına küpe olacak şu tarihi cevabı verdiler: Elinden geleni yap! Sen ancak bu dünyada  hükmedebilirsin! Yani sen ancak maddeye hükmedebilirsin, sadece bedenimize hükmedebilirsin ama ruhumuza asla!
İnsan için en tehlikeli durum gaflettir. Trafikte bir anlık gaflet elim bir faciaya yol açtığı gibi bazen hayatın akan trafiğinde de bir anlık gaflet insanı dönüşü olmayan bir yola düşürebilir. Bir ömür çektiği zahmeti boşa çıkarabilir. Onun için Yüce Allah Kurân’da “Allah’ı çok anın” buyurmuş ve Allah’ı anmak için bir sınır koymamıştır. “Yani sürekli O’nu anın ve gafleti kendinizden uzaklaştırın” buyurmuştur. Salih amel işleyebilirsiniz ama daha önemlisi o ameli korumaktır. Onu korumaksa ancak teyakkuz halinde olmakla mümkündür. İnsan ancak gaflete düşünce amelini büyük görür ve ucba kapılır. Yoksa daima Allah’ı zikreden kişi kendisi de dahil her şeyin Allah’a ait olduğunun şuuruyla hareket edeceğinden asla kendisini ve amelini Allah’tan bağımsız görmez. İşlediği iyi ameller sadece onun şükrünü artırır. Yani zikir, şükre vesiledir.


Namaz da aslında bir zikir terapisidir. Namazın hem zahiri hem de batını vardır. Zahiri ile zahirimizi, batını ile de batınımızı temizler, arındırır.

Namazı hakkıyla kılan kişi daima zikir halinde olur ve gafletin karanlığından kurtulur. Hiçbir şeyi kendisine ait olarak görmez. Kendisini dahi kendisine ait olarak görmez ve kendisi hakkındaki kararlarında bile Rabbinin muradını gözetir. Asla kendisini diğer insanların üstünde görmez. Hatta ihtiyacını giderdiği insanları Allah’ın birer lütfu olarak görür. Kendisini Allah’ın kullarına hizmetçiliğe vesile kıldığı için Allah’a şükreder.

 Namazı hakkıyla kılan kişi, “Bu topluluğu ben oluşturdum, o halde onlar benim malımdır; benim sayemde nefes alıyor, benim sayemde ekmek yiyor, benim gölgemde barınıyor; benden uzaklaşacak olurlarsa her şeylerini kaybederler” gibi GAYRETULLAH’a dokunacak cümleleri asla sarf etmez!

Esasen namazı hakkıyla kılan kişi “benlik ve enaniyetini” Rabbinin rızasına feda etmiş, O’nun rızasından gayr-i mülahazalara sırtını dönmüş kimsedir.

Hakkıyla namaz kılan kişi, her gün namazlarında en az on defa “her şeyin Rabbinin sadece Allah olduğunu” itiraf etmesiyle birlikte bu itirafı düşünce ve söylem iklimine de yansıtır.

Namazın zahiri hareketlerine dikkat edilecek olursa kıyam “elif/ا” harfidir. Rükû “dal/د” harfidir ve secde ise “mim/م” harfidir. Bu üç harfin toplamından ortaya çıkan kelime ise “Adem/آدم”dir. Yani adam olmanın şartı namaz kılmaktır. Veya şunu söylemeliyiz: Adamlığımız namazımız kadardır. Eğer namazımız doğru bir namaz olursa bizi doğrultacak ve âlemlerin Rabbine minnettar kılacaktır. Fakat namazımız doğru bir namaz olmazsa, tek olan âlemlerin rabbinden kopmamıza, yüzlerce sahte ilahın kölesi olma zilletine düşürecektir bizi…


Rabbim cümlemizi hakkıyla namaz kılanlardan eylesin…

 

Mikail Gürel