El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 3

El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 3

El-Mizan Tefsirinde Kelime Ve Kavramlar 3

El-Mizan Tefsirindeki Kelime Ve Kavramlar  3

CİLT 3

 

TEVİL: Tevil kelimesinin kökü "evl"dir. Bu kökün anlamında belirgin olan unsur dönme anlamıdır. [Tevil ise döndürme anlamını ifade eder.] Buna göre müteşabih ayetleri tevil etmek, onları dönük oldukları kaynaklara döndürmek demektir. Kur'an'ın tevili de, Kur'an öğretilerinin alındığı asıl kaynaklardır. (3:7)

 

 

REMZ : "Remz; dudaklarla işaret etmek demektir. Kaş, göz ve elle yapılan işaretleşmeler anlamında da kullanılır. Ancak genellikle dudak işaretleşmesi kastedilir." (3:41)

 

LEYY : "Yelvune" fiilinin mastarı olan "leyy" kelimesi, ipi bükmek demektir. Baş ve dil için kul-lanıldığında, başı ve dili sağa sola eğip bükmek anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "...başlarını yana çevirirler..." (Müna-fikun, 5), "...dillerini eğip bükerek..." (Nisâ, 46) (3:78)

 

HAŞR : 1-"Tuhşerûne" fiilinin mastarı olan "haşr" kelimesi, bir topluluğu bulundukları yerden, kovmak suretiyle çıkarmak demektir. Bir kişi için kullanılmaz. (3:12)

                 2- "el-Haşr" , insanları savaş veya göç gibi sosyolojik bir olay için bir araya toplamak, seferber etmek anlamına gelir.(6:38) (cilt7)

 

VECH: 1-"Vech" kelimesinden bir şeyin insana bakan tarafı veya özel anlamda yüz kastedilmiştir. Bunun nedeni, duyu organlarının büyük bir kısmını kapsayan yüzün teslim olmasının, tüm bedenin teslim olması demek olduğuna dayanır. (3:20)

            

AZİZ : "Tuizzu" fiilinin mastarı olan "izz" kelimesi bir şeyin elde edilmesinin zor olması anlamında kullanılır. Bu yüzden, nadir bulunan şeyler için "aziz" denir. Yâni zor bulunur. Yine bir toplumda yenilgiye uğratılması, baskı altına alınması zor olan kimse için de "aziz-ul kavm" ifadesi kullanılır. Bununla, o kimseye baskı ve galibiyet yoluyla ulaşılmayacağı anlamı kastedilir. Toplumun içinde, erişilmesi güç bir makama sahip olmasına, onların sahip oldukları her şeye aksi değil sahip bulunuyor olmasına işaret edilir. Daha sonra bu ifade, her zorluk için kullanılır oldu. "Yeizzu aleyye keza" dendi mi "falan şey bana zor geldi" anlamı kastedilir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulu-yor: "Azizun aleyh=Sıkıntıya düşmeniz onun gücüne gider." (Tevbe, 128) yâni ona zor gelir. Yine, her galibiyet anlamında kullanılır oldu. Araplar: "Men azze bezze", "galip gelen soyar (ganimet alır)" derler. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ve azzeni fil-hitab=bana konuşmada üstün geldi." (Sâd, 23) Yâni, "beni yendi." Kelimenin asıl anlamı, yukarıda belirttiğimiz gibidir. (3:26)

 

HAYIR : "Hayır" kelimesinin semantik yapısında "seçme" anlamı vardır. Biz bir şeyi "hayır" olarak isimlendirirken, öncelikle onu başka bir şeyle karşılaştırmış ve bu karşılaştırmada ikisinden birini tercih etmeyi amaçlamışızdır. Neticede birini seçeriz. İşte bu seçtiğimiz "hayır"dır. Biz onu, istediğimiz ve amaçladığımız şeyi kapsadığı için seçmişizdir. Şu halde bizim istediğimiz, gerçek anlamda hayırdır. Eğer biz onu, başka bir şey için isteseydik, istediğimiz o başka şey, gerçek hayır olurdu. Başkasının hayır oluşu da, onun hayır oluşu açısından söz konusudur. Şu halde gerçek hayır, kendisi itibarıyla istenen şeydir. Hayır olarak isimlendirilmesi, başkasıyla karşılaştırıldığında istenen şeyin o olmasından dolayı dır. Varlıklar içinde birini seçmek istediğimiz ve bu seçimimizde tereddüde düştüğümüzde, artık o şey "seçilmiş" niteliğini kazanır.Görüldüğü gibi, bir şey başka bir şeyle karşılaştırılıp bu şeye göre daha etkili olarak algılandığından dolayı seçilir, bu yüzden "hayır" adını alır. (3:26)

 

TULİCU : "Tûlicu" kelimesinin kökü, "girme" anlamına gelen "vulûc" kelimesidir. Anlaşıldığı kadarıyla bazı bilginlerin de belirttikleri gibi gecenin gündüze ve gündüzün geceye girdirilmesinden maksat, bir yıl boyunca gece ve gündüz süresinde meydana gelen değişikliklerdir. Burada da yeryüzü boyunca bölge ve mekanların genişliği esastır. Ayrıca güneşin eğiminde bir takım değişikliklerin olması önemli rol oynar. Bunun sonunda günler uzamaya, geceler de kısalmaya başlar. Bu gecenin gündüze girmesidir ki kışın başlangıcından yazın başlangıcına kadar böyle devam eder. Yaz mevsiminin başlarından kışın başlarına kadar ise, geceler uzamaya gündüzler kısalmaya başlar. Bu doğal gelişmelerin tümü kuzey kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise, kutbunda yaşanır. Güney kutbunda ise, kuzey kutbundaki gelişmelerin tersi istikamette gelişmeler yaşanır. Dolayısıyla bir kutupta yaşanan uzama, öbür kutupta kısalma olarak yaşanır. Şu halde yüce Allah sürekli olarak geceyi gündüze, gündüzü de geceye girdirmektedir. Ekvator çizgisindeki ve kutuplardaki gece ve gündüzüneşit olma durumuna gelince bu bizim hissimize dayalı bir şeydir. Gerçekte değişim, sürekli ve kapsamlıdır.(3:27)

 

VELİ-VELAYET: "Evliya" kelimesi, "velayet" mastarından gelen "veli"kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, özü itibariyle, bir şeyin yönetim işini üstlenme yetkisine sahip olmak demektir. Dolayısıyla küçük çocuğun, delinin veya sefih insanın velisi, onların işlerini ve malla rını yönetip-yönlendirme yetkisine sahip kimse demektir. Dolayısıyla mallar onlarındır, ancak mal üzerinde tasarruf yetkisi velilerine aittir. Sonra bu kelime, gittikçe artan bir oranda sevgi bağlamında kullanılır oldu. Bunun nedeni de sevişen iki kişinin genellikle birbirlerinin işlerini yönlendirir, yönetir ve tasarrufta bulunur olmasıdır. Karşılıklı sevgi, insanı sevilene yaklaştırır, onun üzerinde etkili olmasını sağlar, diğer duygusal hususlarda belirgin bir etkinliğe kavuşmasına imkân verir. Sevgi, sevenin sevgilisinin hayatında etkin bir rol oynamasını, hayatını yönlendirmesini sağlar. (3:28)

 

İTTİKA-TAKIYYE: "Tetteku=sakınma" kelimesinin mastarı olan "ittika", aslında korkudan dolayı sakınma anlamını ifade eder. Daha sonra bizzat korku anlamında kullanıldığı da görülmüştür. Bu, mü-sebbebin sebep yerine kullanmasına bir örnektir. Takiyye de burada bu anlamda kullanılmış olabilir.(3:28)

 

VİCDAN: "Tecidu=bulur" kelimesi "vicdan" masdarından gelir. "Fikdan=yitirme"nin zıddıdır.(3:30)

 

EMED-EBED: Mesafe anlamına aldığımız "emed" kelimesi, zamansal aralığı, uzaklığı anlatır. Ragıp, el- Müfredat adlı eserinde şöyle der: "Emed" ve "ebed" kelimeleri,birbirine yakın anlamları ifade ederler. Ancak ebed; sınırsız ve kayıtsız bir zamansal süre demektir. Dolayısıyla: "Şu kadar ebed"denmez. Ama emed; mutlak olarak kullanıldığı zaman, sınırı bilinmeyen bir zaman dilimini ifade eder. Nitekim bu kelime belli bir süre anlamında kullanılır. Tıpkı "şu kadar zaman" denildiği gibi "şu kadar emed (vakit)" de denebilir. Zaman ile vakit (emed) arasındaki fark, emed'de sonun, zamanda ise hem başlangıcın, hem de sonun esas alınmasıdır. Bu yüzden bazıları: "Emed ve med (uzunluk) birbirine yakın anlamlar ifade eder." demişlerdir." Ragıb'ın açıklamaları burada sona erdi.(3:30)

 

ÂL-EHL: 1-"Âl" kelimesi, bir şeyin has yakınları anlamında kullanılır. Ragıp, el-Müfre-dat adlı eserinde şunları söyler: "Bir görüşe göre "âl" kelimesi, "ehl" kelimesinden dönüşmüştür. Çünkü "âl"ın küçültme ismi "uheyl" şeklindedir. Ancak bu kelime konuşan canlıların seçkinlerine izafe edilir, bunların adı-sanı bilinmeyenlerine, zamana ve mekana izafe dilmez. Sözgelimi: "Falanın âlı" denir de"Adamın âlı" veya "şu zamanın" yahut "şu konunun âlı" denmez. Örneğin: "Terzinin âlı" denmez. Tersine bu kelime en üstün ve en şerefli olanlara izafe edilir. "Allah'ın âlı", "sultanın âlı" denebilir.Ama "ehl" kelimesi her şeye izafe edilebilir: "Zamanın ehli" ve "Beldenin ehli" denilebildiği gibi "Allah'ın ehli" ve "Terzinin ehli" de denebilir." Bir görüşe göre; bu kelime şahıs isimdir ve "uvely" şeklindeküçültülür. Akrabalık veya kölelik yoluyla insana çok yakın olan kimseler anlamında kullanılır." el-Müfredat'tan aldığımız alıntı burada sona erdi. Şu halde "İbrahim'in ve İmrân'ın âli"ndenmaksat, onların ehli içinde kendisine çok yakın olanlardır.(3:33)

             2- "Ehl" kelimesi, Ragıp el-İsfahanî'nin açıkladığı gibi, kişinin nesepte, evde veya bunlar dışında dinde, beldede ve sanatta ortak olduğu kimseler anlamına gelir. Meselâ kişinin eşine ve eşi, çocuğu, hizmetçisi ve başkaları gibi evinde bulunanlara ve aşireti, soyu gibi kendisine mensup olanlara o kişinin ehli denir. Bunun yanı sıra bir beldede oturanlara filân beldenin ehli, bir dinin bağlılarına falân dinin ehli ve bir sanat dalının sanatkârları ile öğretmenlerine filânca sanatın ehli denir. Bu terimde müzekkerlik, müenneslik, tekillik, çoğulluk ayırımı gözetilmez. Bu terimin kullanımı insanlara özgüdür. Yani bir şeyin ehli demek, o şeye yakın insanlar demektir. (3:121) (cilt 4)

 

TAHRİR: 1-Özgür kılma anlamına gelen "muharreren" kelimesinin mastarı "tahrir", bağları çözüp serbest bırakmayı ifade eder. Köle azat etmek anlamında kullanılan "tahrir" buradan gelir. Yine kitap yazmak anlamında kullanılan "tahrir" de buradan gelir, çünkü bununla, sanki zihin ve düşünce dağarcığında olan anlamlar serbest bırakılır. (3:35)

              2- "Tahrîr" kelimesi, köleyi özgür kılmak anlamına gelir. (4:92)(Cilt 5)

 

TEKABBEL: "Tekabbel" kelimesinin mastarı "Takabbül", isteyerek ve memnuniyetle bir şeyi kabul etmek demektir. Hediye kabul etmek ve dua kabul etmek gibi.(3:35)

 

MİHRAB: Mihrap, mescitte veya evde ibadete tahsis edilen mekan demektir. Bu konuda Rağıb şunları söyler: "Mescidin mihrabı: Bir görüşe göre, bu şekilde isimlendirilmesinin nedeni, şeytana ve hevaya karşı verilen savaşın mekanı olmasıdır. Bir diğer görüşe göre ise bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi şudur ki, insana orada dünya ile meşguliyetten, zihninin dağınık olmasından kendisini soyutlaması yakışır. Bazıları şöyle demişlerdir: "Evin mihrabı; aslında meclisin başı demektir. Daha sonra mescitte de kullanılarak baş tarafına mihrap adı verilmiştir." Bazıları da şöyle demişlerdir: "Mihrap kelimesinin aslı mescitle ilgilidir. Bu, meclisin başına özgü kılınan bir isimdir. Dolayısıyla evin başı da mescidin mihrabına benzetilerek Mihrap olarak isimlendirilmiştir." Bu sonuncu görüş daha doğruymuş gibi görünüyor. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ona dilediği şekilde kaleler (mihraplar) ve heykeller yaparlardı." (Sebe', 13)" Rağıb'ın sözleri burada sona erdi. Bazılarına göre; bu ayette geçen "mihrap"tan maksat, Ehl-i Kitabın, tapınaklarının ön kısımlarında kurban kesmek amacıyla kullandıkları ve birkaç merdivenle çıkılan, etrafı taşla çevrili ve böylece içeridekilerin mabedde bulunanlar tarafından görülmeleri engellenen sunaktır.(3:39)

 

TEBŞİR: "Yübeşşiru" kelimesinin türemeleri olan "büşra= müjde", "ibşar=müjdeleme" ve "tebşir=sevindirici bir haber verme" ise, insanı sevince garkeden haberin verilmesi anlamındadırlar.(3:39)

 

AŞİYY-İBKAR: "El-aşiyyu" gündüzün geç vakitlerine, akşam vaktine denir. Öyle anlaşılıyor ki, kelime, gözde beliren ve onun görüşüne engel olan alacakaranlık anlamına gelen "el-uşveh" kökünden

türemiştir. Dolayısıyla bu kelimeyi, karanlığa doğru çeken vaktin ismi olarak almışlardır. "el-İbkar" ise, gündüzün başlangıcı, ilk vakti demektir. Kelimenin asıl anlamı acele etmektir.(3:41)

 

HAVARİ: Bir insanın havarisi, onun insanlar içinde kendine özgü kıldığı, özel maiyeti demektir. Bazılarına göre, bu kelime çok beyaz anlamına gelen "hur" kelimesinden türemiştir. Kur'an'da bu kelime, yalnızca Hz. İsa'nın (a.s) özel maiyeti sayılan arkadaşları için kullanılmıştır.(3:52)

 

VEFAT: "Müteveffike"nin mastarı olan "et-teveffi" kelimesi, bir şeyi tam olarak almak demektir. Ölüm anlamında kullanılması da buradan geliyor. Çünkü yüce Allah, ölüm anında insanın canını bedeninden tamamen ayırır. Bir ayette şöyle buyuruluyor:"Elçilerimiz onun hayatına son verirler." (En'âm, 61) Yâni öldürürler, canını alırlar. Bir diğer ayette ise şöyle buyuruluyor: "Dediler ki: "Biz yerde yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?…" De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecektir." (Secde, 10-11) Başka bir ayette şu ifadelere yer veriliyor: "Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda bir tür ölüme sokar. Böylece, kendisi hakkındaölüm kararı verilmiş olanın ruhunu tutar, öbürüsünü ise salıverir."(Zümer, 42) Yukarıda sunduğumuz ayetlerin son iki tanesi üzerinde derinlikliolarak düşünüldüğünde "vefat" kelimesinin Kur'an'da "ölüm" anlamında kullanılmadığı, tam tersine almak ve muhafaza etmek anlamında kullanıldığı görülecektir. Diğer bir ifadeyle: Vefat kelimesi, ölüm anındaki "alma" anlamında kullanılmıştır. Bununla da, insan nefsinin, canının ölümle birlikte boşa çıkmadığı, yok olmadığı anlatılmak istenmiştir. Nitekim bilmezler, ölümün yok oluş, fena buluş olduğunu sanırlar. Tam tersine yüce Allah, insanın canını yeniden bedene geri dönünceye kadar muhafaza eder. Nitekim yüce Allah bu anlamın kastedilmediği yerlerde, "vefat" yerine "mevt" kelimesi kullanır. Örneğin şöyle buyurur: "Muhammed, yalnızca bir elçidir. Ondan önce nice elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?" (Âl-i İmrân, 144) "Onlar için karar verilmez ki böylece ölüversinler." (Fâtır, 36) (3:55)

 

İBTİHAL : "İbtihal" kelimesi, "elbehletu" veya "el-buhletu" mastarının "iftiaal" kalıbına uyarlanmış

şeklidir ve lanet anlamına gelir. Bu, kelimenin asıl anlamıdır. Sonra daha çok ısrarlı, yakarmalı dua ve dileme anlamında kullanılır oldu. (3:61)

 

FAZL : "Fazl" kelimesi, normal ihtiyaçlardan ziyadesi, fazlası demektir ve yararlı şeyler için kullanılır. Buna karşın "fuzûl" (fazlalık) faydasız şeyler için kullanılır. Rağib der ki: "Bağışlayana gerekli olmayan her bağışa, "fazl" denir. "Allah'tan fazlını isteyin", "İşte bu Al-lah'ın fazlıdır", "Büyük fazl sahibi" gibi. "De ki: "Allah'ın fazlıyla..." ve "EğerAllah'ın fazlı olmasaydı..." ifadelerini de bu şekilde anlamak gerekir. (3:73)

 

ZİLLET: "Zillet" kelimesi, "zill" kökünün değişik bir şeklidir. Ragıb'ın belirttiğine göre, "züll" zorla, baskıyla olan şey demektir. "Zill" ise, zorlukla ve dayatmayla olan şey anlamına gelir. Genel anlamı ise, yılgınlık ve eğilmedir. Bunun tam karşıtı izzet ve direnmedir. Yâni karşı koyup kaçınmadır. (3:112)

 

SÜRAT-ACELE : "Müsaraa" kelimesi, "sürat" kelimesinin Mufaele kalıbına uyarlanmış şeklidir. Mecma-ul Beyan adlı eserde deniliyor ki: "Sürat ve acele arasındaki fark şudur: Sürat, öne geçmesi caiz olan bir hususta öne geçme demektir ve övgüne değerdir. Bunun karşıtı, ağır gitme (ibta)dır. Bu ise, yerilen bir davranıştır. Acele ise, öne geçmenin caiz olmadığı bir şeyde öne geçme demektir. Bu, yerilmiştir. Bunun karşıtı teenniyle hareket etmedir. Bu ise, övülen bir davranıştır. Öyle anlaşılıyor ki, sürat hareketin, acele ise, hareket edenin niteliğidir."